19 Aralık 2016 Pazartesi

Yeniden Yeni Yine Nilüfer'le...



Beni yakından tanıyan çoğu kimsenin bildiği üzere, çocukluğumdan bu yana koyu bir Nilüfer hayranıyımdır. ‘Kalbim bir pusula/Ağlıyorum yine’ adlı 1972 tarihli ilk 45’liğinden bugüne tüm diskografisine sahip olduğum, beni her zaman büyülemeyi başarmış Türk Popunun gelmiş geçmiş en önemli yorumcularından birisi olan Nilüfer, şimdi, sadece bir kaç gün once piyasaya sunulan ‘Yeniden Yeni Yine’ isimli, ağırlıklı olarak 90’lı yıllarda, bir bölümü ise 80’li yılların sonu ve 70’li yıllarda farklı sanatçılar tarafından seslendirilmiş, Türk Popüler Müziğinin ortak hafızamızda yer etmiş, önemli klasiklerini seslendirdiği bir albümle karşımızda.

1990 yılından beri, her yeni Nilüfer Albümü çıktığında olduğu gibi, bu albümü de ilk çıktığı gün, yani geçtiğimiz cuma günü, bir koşu gidip satın aldım . Sanatçının, yaklaşık 25 yıl önce 1992 yılında yayınlanan ve çok büyük bir satış rakamına ulaşan ‘Yine Yeni Yeniden’ Albümüne gönderme olarak ‘Yeniden Yeni Yine’ adını taşıyan bu konsept albümün kapak kompozisyonunu oldukça başarılı buldum, sade fakat bir o kadar da şık ve klas bir Nilüfer karşılıyor bizi albüm kapağında ve kartonette yer alan fotoğraflarda.

Gelelim albümün içeriğine. Nilüfer isim olarak ‘Yine yeni yeniden’e gönderme yapsa da, içerik açısından albüm, Nilüfer’in 1987’de yayınlanan ve ‘Geceler’ hariç hemen hemen tüm şarkıların daha once başka sanatçılar tarafından yorumlanmış olduğu ‘Geceler’ Albümü’nü anımstıyor.



 
Hatta, Geceler'in yaklaşık 30 yıl sonra dünyaya gelen bir kardeşi de denilebilir 'Yeni Yine Yeniden' için. Çünkü, belirttiğim gibi bu albüm baştan sona, daha once diğer sanatçılar tarafından yorumlanmış Türk pop müzik klasiklerinden oluşuyor. Slov parçaların daha fazla yer aldığı bu çalışma tam anlamıyla güzel bir sonbahar-kış albümü olmuş. Bu yüzden, 2016 senesinin son albümü olma sıfatını da elinde tutan bu albümün yılın çok doğru bir döneminde yayınlandığını ve yeni yılı karşılamaya hazırlandığımız bu günlerde, arşiv değeri taşıyan bu çalışmanın sevdiklerimiz için güzel bir yılbaşı hediyesi olacağı kannatindeyim. Sezen Aksu’nun 1991 yılında yayınlanan ve satış rekorları kıran ‘Gülümse’ Albümü’nün en özel parçalarından birisi olan ‘Seni kimler aldı’ ile açılan albüm, Aşkın Nur Yengi’yle tanıştığımız 1990 senesine ait, Yengi’nin ‘Sevgiliye’ adlı ilk albümünde yer alan, yine Sezen Aksu Bestesi ‘Yazık’ ile devam ediyor.



 


 


İlk kez Ajda Pekkan tarafından 1993 yılında seslendirilen, 1997’de Selda Bağcan’ın da yeni bir soluk kattığı ‘Ağlama anne’,



90’lı ve 70’li yıllardan birer Ajda Klasiği ‘Yalnızlığa hüküm giydim ve ‘Hoşgör sen’,



 

 
Sezen Aksu’88 Albümünün başarılı slovlarından ‘Unut’,



 
ilk kez 1994 yılında Eda-Metin Özülkü tarafından seslendirilen, 2003 senesinde Popstar Türkiye yarışmasında Bayhan yorumuyla yeniden hatırlanan‘Seninle olmak var ya’ ,



 
Levent Yüksel’in 1993 tarihli ilk albümünde yer alan ve 90’ların en çok sevilen şarkılarından olan ‘İstanbul’, Sertap Erener'in efsanevi 'Lal' Albümünden 'Sevdam ağlıyor',



 
bestesi populer müziğimizin çok özel ve çok değerli bir ismi olarak nitelendirdiğim, çok güzel çalışmalara imza atmış Ümit Sayın’a ait olan ve Türk Popu’nun yine özel isimlerinden birisi olan, 90’lı yılların unutulmaz yorumcusu Bendeniz tarafından 1995 yılında seslendirilmiş ‘Gönül yareler içinde’,


 
2001 yılında Kenan Doğulu’nun yorumuyla çok büyük beğeni toplayan ve daha sonra şarkının söz yazarı ve bestecisi İlhan Şeşen ve Bülent Ersoy tarafından da seslendirilen ‘Ellerimde çiçekler’


 ve ülkece oldukça zor ve tatsız bir dönemden geçtiğimiz bugünlerde en çok ihtiyacımız olan ‘birlik’ duygusunun ve ülkemizin eşsiz  güzelliklerinin altını çizen, Fikret Şenes’in olağanütü sözleri ve rahmetli Ayten Alpman’ın mükemmel yorumuyla hafızalarımıza kazınan ‘Memleketim’ise albümde yer alan diğer parçalar.
 

Her birisi, kendisini fazlasıyla ispat etmiş, hafızalarımızdan silinmeyen mükemmel eserler, Volga Tamöz’ün başarılı düzenlemeleri ve Nilüfer’in eşsiz ses ve yorumuyla birleşmiş ve ortaya gerçekten çok özel, arşiv değerinde bir konsept albümü çıkmış.
 

Nilüfer’in sesinden ve yorum gücünden bahsetmişken, burada bir konuya değinmek istiyorum. Bir kaç gündür, farklı internet sitelerinde, albümle ilgili yapılan yorumları okuyorum. Kimileri, albümü çok beğendiklerini dile getirirken, kimileri ise Nilüfer’in artık eski ses rengini ve gücünü yitirdiğini belirterek bu albümü eleştirmişler. Şunu belirtmek isterim ki ‘Ne yazık ki yılların geçmesine engel olamıyoruz. Yıllar ilerlerken tıpkı tüm organlarımız gibi ses tellerimiz de bazı değişimler yaşıyor. Sesine ne kadar iyi bakarsa baksın -ki Nilüfer, düzenli ve sağlıklı özel yaşantısıyla, Türkiye’de sesine en iyi bakan sanatçılardan birisidir- bugün tam 61 yaşındaki Nilüfer’den 20’li , 30’lu yaşlarıyla birebir aynı sesi beklemek yersiz olur. Nilüfer’in ses rengini halen daha emsalsiz derecede güzel bulduğumun, son derecede doğru ve etkileyici bir ses tekniği kullandığını düşündüğümün altını çizmek isterim. Yıllar önceki vokal performansıyla güncel performansı arasındaki farkı ‘sesinin bozulması’ olarak değil, ‘sesinin olgunlaşması’ olarak değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

 
 Ben şahsen, ‘Yeniden Yeni Yine’yi çok beğendim. Özellikle 90’lı yılların ağırlıklı tutulduğu bu çalışmayı dinlerken ortaokul dönemime denk gelen o yılları adeta yeniden yaşadım, radyoda bu şarkıların çaldığı, servisle okula gidip geldiğim o günleri yeniden hatırladım ve Nilüfer’in sesinden bu şarkıları duymaktan büyük mutluluk ve keyif aldım.  Favori parçalarım ise başta ‘Gönül yareler içinde’ olmak üzere ‘İstanbul’,‘Seni kimler aldı’, ‘Ağlama anne’ Seninle olmak var ya’ ve Yazık’. Albümde, olmasaydı da olurdu diyebileceğim tek şarkı ise ‘Hoşgör sen’. İtiraf etmeliyim ki bir tek o şarkıda, kulağım Ajda Pekkan'ı aradı. Dilerim, bu albüm de, tıpkı Nilüfer’in çok severek dinlediğim ve yeni şarkılardan oluşan son albümü ‘Kendi cennetim’ gibi, kısa zaman içerisinde LP Plak baskısına da kavuşur.

 Kısacası bir döneme damgasını vurmuş, bir birinden güzel ve etkileyici şarkıları, ülkemizin gelmiş geçmiş en büyük seslerinden, en usta yorumcularından birisinin sesiyle yeniden keşfetmek, bir ömür boyu arşivinizde saklamak için Nilüfer ve Yeniden Yeni Yine’ en doğru tercih.

Hepinize müzik ve sevgi dolu günler dilerim.

11 Eylül 2016 Pazar

Marmara Denizi'nde cennetten bir köşe Marmara Adası


Koskoca bir yazı, baştan sona İstanbul’da geçirdikten sonra, sonbahar, kış sezonunu denize girmeden karşılamamak adına, fazla masraflı ve çok uzak olmayan, annemle birlikte birkaç gün tatil yapıp, denize girip, dinlenebileceğimiz bir tatil planı içerisindeydim. İç sesim bana ‘’Marmara Adası’na gitmelisin’ dedi. J Neden bilmiyorum, yıllar önce, 1989 yazında henüz yedi yaşımda bir çocukken, annem ve babamla birkaç günlüğüne Avşa Adası’na gitmiştik, hayal meyal hatırlıyorum. Denizinin güzel olduğu aklımda kalmış, başka da çok fazla bir iz bırakmamıştı bende ve 1989’dan günümüze uzanan koskoca 27 yıl zarfında, ada kültürünü ve denizi çok seven, koyu bir Prens Adaları aşığı (tüm İstanbul adalarını çok sevmek, Büyükada’da sayısız güzel ve tatlı anılara sahip olmakla beraber Kınalıada ve Burgaz Adası evvel ezel favori adalarım olmuştur.)olmama karşın Güney Marmara Adaları ile hiçbir ilişkim olmamıştı. Bunun büyük bir kayıp olduğunu Marmara Adası’nda geçirdiğim dört günün ardından çok iyi anladığımı söylemeliyim.

 
Bir çok kez yaptığım gibi, bu kez de iç sesimi dinledim ve annemi de, tatilimizi Marmara Adası’nda yapmaya ikna ettikten sonra, geçtiğimiz Pazar sabahı, Bostancı’dan 09:45’te hareket eden deniz otobüsüyle Marmara Adası'na doğru yola koyulduk. Sürekli olarak, Avşa’nın yanı başında, Avşa’dan kat ve kat daha büyük ancak hiçbir zaman Avşa kadar fazla yerli turist çekmeyi başaramamış, bugüne dek sadece doğal güzelliklerini, sessizliğini ve mermer yataklarını duyduğum Marmara Adası’nı çok seveceğimi, benim için özel bir yer olacağını ve bundan sonra sık sık gideceğimi hissediyordum. Bostancı-Yenikapı-Marmara –Avşa seferi yapan deniz otobüsümüz saat 13:00 civarında Marmara’ya vardı. Sezon sonu olduğu ve adada bir çok motel ve pansiyon bulunduğu için herhangi bir otele rezervasyon yaptırmamıştık. Deniz otobüsünden indikten, adanın sevimli sahilinde birazcık dolanıp, fikir danıştıktan sonra, daha önce orada kalan bir arkadaşımın da tavsiye ettiği, adanın merkezinde, Kole Plajı’nın üzerindeki Mola Otel’de karar kıldık, şansımıza yer bulabildik ve asma dalları, üzüm salkımları, nar meyveleri arasından Ekinlik Adası’nın karşımızda sere serpe uzandığı, mükemmel bir deniz manzarasına sahip odamıza yerleştik.

 
Biraz dinlendikten sonra, ilk yaptığımız şey kendimizi denize atmak oldu. Marmara Adası’nın denizi tek kelime ile mükemmel. Her zaman söylerim, eğer kirlilik olmasa, Marmara Denizi gerek tuzluluk oranı, gerek ısısı, gerek suyunun kalitesi ile sadece ülkemizin değil, dünyanın en güzel denizlerinden birisidir. İşte Marmara Adası, çevre kirliği faktörü olmaksızın, Marmara’nın suyunun olağanüstülüğünü keşfetmeniz için çok büyük bir fırsat. Su pırıl pırıl, berrak, ne çok soğuk ne çok sıcak, metrelerce derinliğe ulaşıldığı bölgelerde bile denizin dibini görebiliyorsunuz, adeta bir akvaryum gibi ve türlü balıklarla birlikte yüzüyorsunuz.
 


 Adanın çevresinde pavurya, istakoz, ahtapot, karides gibi Marmara Denizi’nde görmeye alışkın olmadığımız deniz canlıları yaşamlarını halen sürdürüyorlar. Doğduğundan beri, ilk önce sadece yazın, son 35 yıldır ise yaz ve kış Caddebostan’da ikamet eden annem, Marmara Adası’nın denizini, çocukluğundaki ve gençliğindeki, Caddebostan’ın, Suadiye’nin denizine benzetti. O yıllarda, Kadıköy Sahillerindeki bu yazlık, sayfiye semtlerinin denizinin ne denli mükemmel olduğunu sayısız kimseden dinlemiş birisi olarak bu tespit benim için çok önemliydi. Marmara Adası’nın plajlarının neredeyse tamamının kumsal olduğunu öğrendim, bir tek yine merkezde yer alan Aba Plajı’nın çakıllık olduğu söylendi.

 
 
Bu sene, oldukça gecikmeli olarak gerçekleştirdiğim denizle kucaklaşma faslımızı bitirdikten sonra, adanın merkezinde kısa bir yürüyüş yaptım. Muhteşem bulduğum bir denizin ardından, Marmara’nın huzur dolu sokaklarında, adaçayı ve ıhlamur kokuları eşliğinde yürümek beni adeta büyüledi.
Marmara Denizi’nin en büyük, ülkemizin ise ikinci büyük adası (birinci Gökçeada) olmasına karşın, Marmara Adası’nın büyük bir bölümü boş. Ada üzerinde altı adet yerleşme var: Marmara (Merkez), Çınarlı, Gündoğdu, Topağaç, Asmalı ve Saraylar. Bu dört günlük yolculuğumuzda, birazdan dile getireceğim gibi sadece Marmara, Çınarlı ve Saraylar’ı gezme fırsatım oldu.

 
Kole Plajı’na vuran dalga sesleri eşliğinde huzurlu ve deliksiz bir uykunun ardından- bu noktada Marmara Adası’nın Türkiye’de, Kaz Dağları’nın ardından en bol oksijene sahip bölge olduğunu ve İstanbullular olarak alışkın olmadığımız bu oksijen bolluğundan dolayı ilk birkaç gün hafif bir sersemlik, uyuma isteği yaşayabileceğimizi hatırlatmalıyım- tatilimizin ikinci gününü, Marmara Ada’lı bir dostumuzla beraber Manastır Koyu’nda geçirmeye karar verdik.

 
Manastır Koyu, tıpkı Marmara gibi adanın batısında yer alıyor. Bu sebepten, inanılmaz güzel gün batımı fotoğrafları çekmenize imkan sağlıyor. Aynı şey Kole Plajı için de geçerli. Manastır Koyu, Marmara(Merkez) ile Çınarlı Köyü’nün tam ortasında yer almakta. Marmara’dan sadece 10 dakika kadar süren bir minibüs yolculuğuyla ulaşmanız mümkün. Yalnız, minibüsten indikten sonra 5-10 dakika kadar yokuş aşağı, deniz kıyısına inmeniz gerekiyor. İniş çok sorun değil, ancak bir de bu işin çıkışı var. J Bu sebepten, bu koyu görmek istiyorsanız özel aracınızla ya da hiç değilse dönüş için taksiyle ulaşmanızı tavsiye ederim. Manastır Koyu’nda birkaç işletme var, genel olarak hepsi hesaplı. Şezlong ve şemsiye kiralayıp güneşleniyorsunuz ve metrelerce sığ, tabanı kumla kaplı, tertemiz bir denizde yüzüyorsunuz.

 
Manastır Koyu’nun tadını çıkardıktan sonra, adalı dostumuzun bir yakını sağ olsun annem ve beni, deniz yoluyla Çınarlı Köyü’ne geçirdi.
 
 Çınarlı Köyü, adanın tam batısında, kumluk bir sahil şeridi boyunca uzanan, düzlük, küçük, sakin ve şirin bir belde.


 

 
 

Merkez belde Marmara ile beraber, adanın turizm açısından en fazla tercih edilen yerleşmesi. Bu köy ismini, sahilden 200 m. kadar içeride yer alan, 1001 senesinde dikilmiş ve bugün tam 1015 yaşında olan tarihi, görkemli çınardan alıyor. Bu çınarı mutlaka görmenizi, fotoğraflamanızı ve altında bir çay içmenizi öneririm.
 
Çınarlı’ya gelip de yapmadan dönülmemesi gereken ikinci şey ise, köyün sahilindeki ünlü Çınarlı Dondurmacıdan dondurma yemek. Tamamen keçi sütünden ve doğal meyvelerden yapılan bu dondurma gerçekten çok farklı ve çok lezzetli. Adanın yaz aylarına özgü yöresel içeceği ‘koruk suyu’. Üzüm bağlarıyla kaplı adanın, henüz olgunlaşmamış üzümlerinin suyunun sıkılmasıyla elde ediliyor. Haziran ayından, ağustosun sonlarına dek bulabilirsiniz. Biz, biraz gecikerek, eylül ayına kaldığımızdan ve bu süre zarfında koruklar üzüme dönüştüğünden ne yazık ki  tadamadık. Fakat, Çınarlı Dondurmacısı sayesinde hiç değilse koruklu dondurmayı tadabildim. Dondurma konusunda, Marmara Merkez’deki Tadım Dondurmacısını da tavsiye ederim. Gerçekten enfes bir dondurması var.
Çınarlı’dan, neşeli şarkılar, türküler eşliğinde yol alan eğlenceli bir minibüs J aracılığıyla yeniden merkeze, otelimize döndük.
 
 Akşam yemeğimizde, ada çevresinde avlanan ve çok lezzetli olan kolyoz balıklarından yedik. Marmara Adası mutfağı ağırlıklı olarak deniz ürünleri ve sebzelerden oluşuyor. Adanın en büyük sebze, meyve ambarı ise Topağaç Köyü. Marmara Adası Mutfağı demişken, bu adaya özgü ve gerçekten müthiş bir lezzete sahip olan ‘peynirli patlıcan’dan bahsetmemek olmaz. Patlıcanın, kalın ve yuvarlak bir şekilde kesilip, ilk önce biraz kızartıldıktan sonra yumurtaya batırılıp, üzerine maydanoz ve Balıkesir, Çanakkale Yörelerine özgü, Mihaliç Peyniri’ni andıran Kelle peynirinin eklenip fırına verilmesiyle elde ediliyor. Biz Merkez’de Birol Restoran’da yedik. Herkese tavsiye ederim.

 
Tatilimizin üçüncü gününün ilk yarısını ise, adanın merkeze en uzak yerleşmesi olan, kuzeydeki Saraylar Beldesi’ni gezerek değerlendirdik. Saraylar, mermer ocakları ile ünlü. Marmara Adası, tarihten bu yana gerçek bir mermer deposu. Ülkemizin mermer ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılayan ve ihracat alanında da önem taşıyan Marmara Adası Mermeri tarih boyunca Efes ve Truva Uygarlıklarında, Bizans ve Osmanlı Dönemlerinde bir çok eserde kullanılmış. Topkapı, Dolmabahçe ve Çırağan Sarayları bunun sadece birkaç örneği. Bu mermer, aynı zamanda bu adaya, çevresindeki denize ve koskoca bir bölgeye ismini vermiştir. ‘Marmara’ ismi, Yunanca da mermer anlamına gelen ‘Marmaros’ sözcüğünden türemiştir. Kısacası, bu ada, ismini üzerinde bulunduğu denizden almamış, aksine bu denize ve bölgeye kendi adını vermiştir. Bu mermer yatakları, havadaki nemi de emdiğinden, bu adada rutubet çok düşüktür ve neredeyse asla terlemezsiniz. Açıkça belirtmem gerekirse, Saraylar’ı merkez belde Marmara ve Çınarlı kadar sevimli bulmadım, burası daha çok adanın mermere dayanan sanayisinin olduğu ve buradan çıkartılan mermerin yüklendiği büyük gemilerin yanaştığı bir limanın bulunduğu bir yerleşme. Ancak, yine de Saraylar,açık hava mermer müzesini gezmek, Antik Roma Çağı’ndan kalma lahitleri görmek ve beldenin sahil şeridinde yer alan mermerden yapılma heykelleri fotoğraflamak için gidilmeye değer bir yer. Bir de beldenin girişinde, denize doğru uzanan burnun iki yanında yer alan Büyükkum ve Küçükkum Plajları gerçekten güzel.

 
 
 
 




 
 Marmara’dan otobüsle 45 dakika süren Saraylar Yolculuğumuz sayesinde, Asmalı ve Topağaç Köylerini’de hiç değilse, otobüs yolcu indirip bindirirken az da olsa görebildim. Adanın güney bölümünde, tarıma elverişli, bereketli, küçük bir ovada kurulmuş Topağaç ve halkının geçim kaynağını balıkçılığın oluşturduğu, asma ağaçlarıyla ünlü Asmalı gerçekten, sevimli, küçük, sakin ve huzur veren deniz kıyısı beldeleri. Dilerim, en kısa zamanda bu iki köyü daha detaylı bir şekilde gezme fırsatım olur.

 
Adanın yine güneybatı sahilinde, ilçe merkezi Marmara ile Topağaç Köyü arasında yer alan Gündoğdu’yu ise ne yazık ki bu kez hiç göremedim. Çok şirin bir yerleşme olduğu ve birkaç eski Rum evinin de bulunduğunu duydum, mutlaka görmeyi arzu ediyorum.

Rum evleri demişken, adada Osmanlı Dönemi boyunca, nüfusun önemli bir bölümünü Rumların oluşturduğunu, 1923 yılında Lozan Antlaşması’nın ardından, Rumların Yunanistan’a göç ettiklerini, yerlerine yurdumuzun özelikle Karadeniz Bölgesi’nden gelen vatandaşlarımızın yerleştirildiklerini hatırlatalım. Bugün de ada halkının oldukça büyük bir bölümünü Karadeniz kökenliler oluşturuyor. Adadaki ilk yerleşimden söz edecek olursak, Antik Çağ’a kadar uzanmalıyız. Adada, ilk yerleşim Miletoslular tarafından Antik Çağ’da kurulmuştur ve adanın ilk ismi ‘Prokonnesos’tur. Sayısız kere yağmalanan Prokonnesos, Roma Dönemi’nde sürgün yeri, Bizans döneminde ise daha çok keşişlerin yaşadığı bir yer olmuştur. Osmanlı Toprakları’na katıldığı 15 yy.dan, 1923’teki Lozan Antlaşmasına kadar ise Rumların ve Türklerin bir arada yaşadığı bir yerleşimdir. 1935 Senesinde yaşanan Erdek Depremi ise ne yazık ki adada büyük bir yıkıma yol açmıştır.

 
Eşsiz güzellikteki, bu cennet adamızın tarihi hakkında da kısa bir bilgi verdikten sonra, tatilimize tekrar kaldığımız yerden devam edelim. Saraylar dönüşü, Marmara’da, deniz kıyısındaki Birol Restoran’da peynirli patlıcanlarımızı ve ada balıklarımızı yedikten sonra, kendimizi tekrardan Kole Plajı’nın masmavi sularına attık. Adadaki son günümüzü ise yine Kole Plajı’nda, bol bol yüzerek ve otelimizin sevimli köpeği Tony ve arkadaşlarıyla şakalaşarak geçirdik ve 16:30 deniz otobüsüyle İstanbul’un yolunu tuttuk.

 
 
 
Kısaca özetleyecek olursam Marmara Adası, Marmara Denizi’nin ortasında gerçekten de saklı bir cennet. Amacınız, fazla kalabalık olmayan, sakin bir ortamda, temiz bir denizden yararlanmak, doğayı ve tarihi keşfetmek istiyorsanız Marmara Adası, sakinliği, doğal güzellikleri, pırıl pırıl denizi ve tarihi ile tam size göre bir yer.

 

Marmara’ya Bostancı ve Yenikapı’dan kalkan deniz otobüsleriyle ya da Tekirdağ veya Erdek üzerinden arabalı feribotlarla ulaşmanız mümkün. Deniz otobüsü seferleri, bayramdan sonra haftada bire (Cuma gidiş, Pazar dönüş) düşecek, ekim sonundan yaz sezonuna kadar ise ne yazık ki hiç olmayacak, kış boyunca sadece Tekirdağ ve Erdek üzerinden feribotlarla adaya ulaşım sağlanacak. Belki bu sene değil ama seneye, sezonda adaya deniz otobüsüyle gitmek isterseniz- şimdiden uyarayım- önceden bilet almanızda büyük fayda var, aksi takdirde oldukça yüksek bir rakam ödüyorsunuz ve bu da ne yazık ki adaya gitmeyi cazip kılmıyor. Keşke, İstanbul’dan Marmara ve Avşa Adaları’na düzenli otobüs seferleri koysalar ve bu otobüsler İstanbul-Tekirdağ güzergahından feribotla adalara ulaşsa, hem çok daha ucuz olur, hem de pratik bir çözüm…Ben, Marmara Adası’nı o denli sevdim ki, İDO Seferleri tamamen sona ermeden, ekim ayı içerisinde bir hafta sonu tekrar gidip, Marmara’nın o insana huzur veren sahil şeridinde yürüyüş yapıp, adanın sonbaharını solumayı ve bu kez gezme fırsatımın olmadığı köylerini gezmeyi planlıyorum ve bir de ne zaman kısmet olur bilmiyorum ama 699 m. yüksekliğindeki, İlyas Dağı'nın zirvesine çıkıp(eskiden NATO tarafından yerleştirilen radarlar bulunduğu için halk arasında Radar Tepesi olarak anılıyor.), Çanakkale Boğazı'na kadar uzanan o eşsiz manzarayı izlemek istiyorum.
Aşağıda, sizlere, gönül rahatlığı ile konaklayabileceğiniz, adanın birkaç otelinin irtibat numaralarını da veriyorum. Bu oteller haricinde de başka bir çok otel mevcut ve hemen hemen hepsi gayet uygun fiyatlarla, temiz bir hizmet veriyorlar.

Hepinize keyif ve huzur dolu, güzel ülkemizin nice güzel köşelerini keşefedeceğiniz günler diliyorum.

Sevgilerimle…
 


Mola Motel: Adanın merkezi Marmara’da, Kole Plajı’nın üzerinde bulunuyor, temiz ve sıcak bir mekan. Mükemmel bir manzaraya sahip odaları var, gün batımına aşık olacaksınız. Denize merdivenlerle iniliyor. Tel: 0266 885 51 01

Ada Palas Otel: Adanın merkezi Marmara’da, çarşı içerisinde bulunuyor. Merkezdeki Kole veya Aba Plajı’na yürüyerek ulaşmanız mümkün. Kole Plajı yürüyerek  5-10 dk, Aba Plajı ise 25-30 dk. Odaların liman ve Avşa Adası manzaralı geniş balkonları var aynı zamanda odalar temiz, konforlu ve geniş. Tel: 0266 885 50 07

Boncuk Motel: Adanın merkezi Marmara’da, Aba Plajı üzerinde, denize sıfır bir konumda bulunuyor. Temiz ve güvenilir bir mekan. Tel: 0266 885 50 57

Mermer Otel: Adanın merkezi Marmara’da, çarşı içerisinde bulunuyor. Adanın en eski otellerinden birisi. Temiz ve güvenilir bir mekan. Kole ve Aba Plajlarına yürüyerk ulaşabilirsiniz. Tel: 0266 885 50 21

 

Dostlar Pansiyon: Adanın en güzel köylerinden Çınarlı’da, denize sıfır bir konumda bulunuyor. Temiz ve güvenilir bir mekan.Tel: 0266 895 81 30

Bu oteller, yukarıda da belirttiğim gibi, benim gördüğüm, o otellerde kalmış olan yakınlarımdan duyduğum seçkin işletmeler. Bu saydığım otellerin dışında da adada, beklentilerinize cevap verecek gayet temiz ve konforlu başka oteller de mevcut. İnternet üzerinden veya iskelede indikten sonra esnaftan ve ada sakinlerinden bilgi edinebilirsiniz. Ada halkı son derecede yardımsever ve cana yakın, mutlaka sizlere yardımcı olacaklardır.
 

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Anadolu'dan Dünya Müziğine Eşsiz Bir Armağan; Selda Bağcan



Selda Bağcan ismini  sanırım ilk kez, 1990’lı yılların başlarında 9-10 yaşlarında küçük bir çocukken duymuştum. Televizyonda, şu an hatırlayamadığım bir türküyü seslendiriyordu. O güne dek, gördüğüm, kafamda kurduğum ‘kadın şarkıcı’ imajından bir hayli uzakta, üzerinde sade bir elbise, hiç makyajsız ve kendinden emin bir şekilde seslendiriyordu türküsünü. Bağcan’a olan büyük hayranlığımın başlangıcı, tüm diskografisini bin bir emekle toplayıp bir araya getirmeye başlamam ancak 10-11 sene öncesine, üniversite yıllarıma uzansa da, kendisine sempati beslemeye başlamamın bugün en az 25-26 yıl öncesinde kalan o güne uzandığını söylemeliyim. Yine aynı dönemde, televizyonda bir akşam, Selda Bağcan’ın tek filmi olan, müzik kariyerinin hemen başında 1971-1972 Sinema sezonunda çekilen ‘Adaletin bu mu dünya?’  yayınlanmıştı. Filmi, annemle birlikte izlemiş, annesiyle beraber yaşadığı o küçük, mazbut evde, yeteneğinden ve sesinden başka hiçbir sermayesi olmayan ve ünlü olma, başarma hayalleri kuran üniversitesi öğrencisi Selda’dan çok etkilenmiştim. Elbette, bu bir filmdi, Selda Bağcan’ın gerçek yaşamını konu almıyordu, ancak Bağcan’ın gerçek yaşamıyla da benzer öğeler yok değildi. Bu noktada, dilerseniz Selda Bağcan’ın yaşam serüvenine ve müzikal geçmişine yer verelim.

 Havva Selda Bağcan, 1948 Yılında Muğla’da veteriner bir babanın(Selim Bağcan) ve öğretmen bir annenin(Emine Bağcan) üçüncü çocukları olarak dünyaya gözlerini açar.Savaş ve Sezer adında iki ağabeyi, Serter adında bir erkek kardeşi vardır. Baba tarafı Makedonya, anne tarafı ise Kırım göçmeni Türktür. Selda, henüz iki yaşındayken, babasının tayini dolayısıyla Van’a taşınırlar. İlkokulu Van’da okur.



1957 yılında babası Selim Bağcan, Van’ın bir köyüne hayvanları aşılamaya giderken mikrop kapıp tifo hastalığından vefat eder, Selda henüz dokuz yaşındadır. Annesi, ağabeyleri ve kardeşiyle birlikte Ankara’ya biyoloji öğretmeni olan teyzesinin yanına taşınırlar. Ankara’da Kurtuluş Lisesi’ni bitirir ve ardından Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde fizik mühendisliği okumaya başlar.



Henüz lise 2.sınıfta okurken, ağabeyinin de desteğiyle, kardeşiyle birlikte amatör bir müzik grubu kurarak İspanyolca, İtalyanca şarkılar seslendirmeye başlayan Selda için 1971 senesi bir dönüm yılı olur.

İlk 45’lik plakları ‘Sivas ellerinde sazım çalınır(katip arzuhalim yaz yare böyle)/Mapushane içinde mermerden direk’ ve ‘Tatlı dillim güler yüzlüm/Mapushanelere güneş doğmuyor’ ile profesyonel müzik yaşamına adım atan üniversite öğrencisi Selda’nın oldukça kısıtlı imkanlarla, kendisi için Ankara’da açılan Sel Plakçılık imzasıyla piyasaya verilen bu iki 45’lik plağı çok kısa bir sürede 1 milyon barajını aşar. Bu bir rekordur. Mapushane temasını işleyen iki türküyü seslendirdiği ve tam da bu sırada, Deniz Gezmiş ve arkadaşları hapis yattıklarından, Selda için Deniz Gezmiş’in nişanlısı yakıştırması yapılır. Oysa, değil nişanlısı olmak, Deniz Gezmiş ile yolları bir kez bile kesişmemiştir Selda'nın.


Bu başarılı 45’likleri , ‘Çemberimde gül oya’, ‘Adaletin bu mu dünya’ ‘Yalan dünya’ ‘Gesi bağları’, ‘Nem kaldı’ gibi  her biri çok büyük beğeni toplayan, inanılmaz yüksek satış rakamları elde eden 45’lik plaklar takip eder.



Selda, genç yaşında ülkenin en popüler sanatçılarından birisi olmuş, kendine özgü, emsalsiz, içten ve yanık sesi, halk türkülerini başta gitar olmak üzere batı enstrümanları eşliğinde seslendirdiği bu çalışmalar halk tarafından çok beğenilmiştir, ayrıca 1972 yılında Bulgaristan’da düzenlenen Altın Orfe Müzik Yarışması’nda ‘Kalenin dibinde taş ben olaydım’ adlı türkümüzle, Türkiye’yi temsil etmiştir.

1974 Yılında, İki tane Aşık Mahsuni Şerif türküsünü modern bir alt yapıyla, batı soundunda seslendirdiği ‘Nem kaldı/Rabbim’ ve kendi çizgisinin tamamen dışında, o dönemde ‘aranjman’ ya da ‘Türk hafif müziği’ olarak adlandırılan tarzda, iki yabancı şarkının Türkçe uyarlamalarının yer aldığı ‘Aşkın bir ateş/O günler’  45’liklerini,- bu noktada Bağcan’ın bu tarzda da ne denli başarılı olduğunu, daha sonraki yıllarda Ferdi Özbeğen’in sesinden de büyük beğeni toplayan ‘O günler’in ilk yorumcusunun Selda Bağcan olduğunu ve bu çalışmanın Türk pop müziğinin en önemli, en samimi çalışmalarından birisi olduğunu belirtmek isterim-  Şemsi Belli’nin, üzerinde hiçbir doğru düzgün köprü olmadığı için, yakınlarının, çocuklarının cesetleri Hakkari Zap Suyu’nda yitip giden insanlarımızın sitemini dile getirdiği ‘şiirini besteleyip seslendirdiği 'Anayasso' 45'liği takip eder. Böylelikle, sosyal mesajlar içeren, siyasi göndermeler de bulunan yapıtlara da yer vermeye başlamıştır artık Selda.

1975 yılının sonlarında, o dönemki yaygın albüm anlayışının aksine daha önce hiç birisi 45’lik olarak yayınlanmamış, yepyeni şarkılardan oluşan, Kızıldere, Yaz gazeteci yaz, Mehmet Emmi, Yaylalar, İnce ince bir kar yağar, Meydan sizindir gibi değerli türküleri, mükemmel bir alt yapı, orkestrasyon ve  elbette eşsiz, içten bir yorumla seslendirdiği, Anadolu rock tarzındaki,  ilk albümü yayınlanır. Albüm, yayınlanmasının üzerinden 40 sene geçtikten sonra bile dünyanın önde gelen müzik adamlarının bir hazine olarak nitelendirecekleri, albümdeki eserlerden alıntılar yapıp kendi albümlerinde kullanacakları kadar ‘sağlam’ bir çalışmadır. Bu albümü her biri müzikal ve içerdiği sosyal mesajlar açısından kanımca(ne mutlu ki dünyaca ünlü müzik otoriteleri de benimle hemfikir) birer başyapıt olan ‘Vurulduk ey halkım unutma bizi’(1976), ‘Kaldı kaldı dünya’ (1978) Albümleri takip eder.


1977’de yayınlanan Aşık Mahsuni Şerif Türküsü ‘Yuh yuh’ satış rekorları kırar. Yine 1977’de plak yaptığı ve bir yıl sonraki üçüncü albümünün açılış şarkısı olan, söz ve müziği 1993 yılındaki Sivas katliamında yitirdiğimiz değerli halk ozanımız Muhlis Akarsu’ya ait olan ‘Kaldı kaldı dünya’ türküsü yüzünden, 80 darbesini takip eden yıllarda kendisine ‘Komünizm propagandası yapmak ‘ suçundan dava açılır, hapse mahkum edilir tıpkı ‘Kızıldere’ ve ‘Vurulduk ey halkım’ türküleriyle ‘Suç kabul edilen eylemi övmek’ suçundan ‘cezalandırılıp’, daha sonra da aklanacağı gibi…

Yıllar yılları kovalar, 70’li yıllar boyunca herkesin hakkında konuştuğu , gazetelerde, müzik dergilerinde her gün kendisiyle ilgili haberlerin yayınladığı Selda Bağcan, 12 eylül 1980 darbesinden sonra, solu çağrıştıran tüm kavramlar gibi unutturulmaya, geri plana itilmeye çalışılır. Pasaportuna el konulur, yıllarca yurt dışına çıkması yasaklanır,( Bir çok kimsenin, hatta o dönemde ilginç bir şekilde emniyet teşkilatının bile sandığının aksine Selda Bağcan yurt dışına kaçmamış ya da yurt dışında sürgün hayatı yaşamamıştır, tam tersine ülkesinden dışarı çıkması yasaklanmıştır.) Ancak, Selda bütün bu baskılara en güzel cevabı yine sesiyle, sanatıyla, türküleriyle  verir. Yalnızca, oldukça özel ve seçkin bir repertuardan oluşan Yeni bir dünya(1981), Anadolu’muzun bir çok farklı yöresine ait türküleri eşsiz bir ustalıkla, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde seslendirdiği Türkülerimiz(1982),  özgün, protest ve Türk halk müziğinin en güzel örneklerini sunduğu ‘Dost merhaba(1986),Unutursun Mihribanım(1983), Nazım Hikmet'in sözlerini, usta bir şekilde bestelediği 'Memleketim' ile açılan, 'Ayrılık' ,(Selda'nın en can alıcı bulduğum yorumlarından birisidir), 'Size selam getirmişem' gibi Azeri Türküleriyle devam eden 'Hasret türküsü'(1985), aynı yıl açtığı kendi müzik firması olan Majör Müzik’ten çıkan ilk albümü özelliğini taşıyan  ve özgün-protest müzik tarihimizin en değerli albümlerinden birisi olan ‘Özgürlük ve Demokrasiyi çizmek’ (1988) , ağırlıklı olarak deyişlere ve semahlara yer verdiği, satış rekorları kıran ‘Yürüyorum dikenlerin üstünde’(1987) ve ‘Felek beni adım adım kovaladı’ (1989) albümleri ile değil, aynı zamanda, 1982 yılında İstanbul Elmadağ’daki Şan Tiyatrosunda verdiği, binlerce kişinin izlediği Türkiye’nin ilk pop senfonik konseriyle


 ve 1986 yılında, Peter Gabriel tarafından Womad Vakfı’nca desteklenen Dünya Dans ve Müzik Festivali’ne davet edilmesiyle de, (yurt dışına çıkması yasak olduğu için festivale katılamamış ancak festivalin plağında bir şarkısına yer verilmiştir.) 1980’li yıllar boyunca bir çok büyük başarıya imza atar.

Selda Bağcan,1990’lı yılları albüm olarak da yayınlanan yurtiçi (Anadolu konserleri 1-2) ve yurtdışı konserleriye karşılar. Yurt dışına çıkış yasağının kaldırılmasının yanı sıra, özel kanalların da yaygınlaşmaya başlaması ile birlikte, sevenleri artık Selda Bağcan’ı ekranlarda da izleme mutluluğuna erişir.



1992 yılının son aylarında  yayınlanan Akdeniz Şarkıları-1 (Ziller ve ipler) albümü, bir çok sosyal mesaj ve hiciv içermekle beraber, o dönemdeki pop müzik patlamasına da, sözleri Aysel Gürel’e ait olan ‘Ziller ve ipler’ şarkısıyla hafiften bir göz kırpar. Şarkının ‘zilleri taktı çıkı çıkı yaptı’ şeklindeki sözleri yediden yetmişe herkesin diline dolanır.


Ancak, albümün asıl bombası sözlerini ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın yazdığı ve Selda Bağcan’ın bestelediği ‘Beni unutma’ dır. Bu sonsuz anlamlı ve duygusal çalışmanın yanı sıra ‘Gülüşün kalır bende’  ‘Sürgün, ‘Oku tar’ gibi eserler de albümün ön plana çıkan parçalarından olur. Baştan sona çok özel ve değerli bulduğum bu albümün benim en çok sevdiğim şarkılarının başında ise ‘Ellerinle bana baharlar getir’ ve ‘Acıların rıhtımında’ gelir. Ziller ve ipler(Akdeniz şarkıları-1) oldukça yüksek bir satış grafiği çizer ve Bağcan’a dönemin en çok okunan gençlik dergilerinden Hey Girl okurlarının verdiği oylarla ‘1992 Yılının en beğenilen protest müzik sanatçısı’ ödülünü getirir.

Bağcan, 1994 yılında, yıllar önce sadece yurt dışında yayınlanan bir kasetinde yer verdiği ‘Koçero’ yu Ahmet Kaya ile birlikte yeniden seslendirir ve şarkı bu yeni versiyonuyla kaset formatında piyasaya sürülür.(Aslen bu kayıt 1991 yılında gerçekleşmiştir ancak albümün yayın iznini alabilmesi 1994'ü  bulur.) 1993 yılında katledilen gazeteci, yazar Uğur Mumcu’ya bir ağıt niteliğinde olan ‘Uğur’lar olsun’ Selda’nın sesiyle tüm ülkede yankılanır. 1997’de müzikal anlamda Ziller ve ipler albümünün bir devamı niteliğinde olan, daha önce Ajda Pekkan tarafından seslendirilen ‘Ağlama anne’ şarkısına olduğu kadar,  ‘Erler demine destur alalım’ ilahisine de usta bir yorum  kattığı Akdeniz şarkıları-2 (Çifte çiftetelli) albümü çıkar, bu özel albüm de belki bir önceki kadar olmasa da yine de ses getirir.

Fakat, bana sorarsanız Selda Bağcan’ın 90’lı yıllarda yaptığı en güzel işlerin başında,  1971-1985 arası seslendirdiği ve hepsi plaklarda kalmış olan şarkıları, kendi firmasından, telif hakları için binbir zorluklarla didinip uğraşarak, oldukça kısıtlı imkanlarla, ‘Türkülerimiz’ adı altında toplam 10 cd lik bir set olarak yeniden piyasaya çıkarmaya başlamasıdır. Nitekim, Selda’nın 1971-1974 arası yayınlanan 45’liklerinde yer alan türkülerin büyük bölümünü kapsayan ve 1995 yılında Türkülerimiz-1 adı altında yayınlanan bu serinin ilk halkası akla hesaba gelmeyecek kadar çok satar ve bir kaynak eser olarak tüm arşivlerde yerini alır.

1997 ile 2002 arasındaki beş yıllık süreçte yeni albüm yapmayan, plaklarda kalmış türkülerinin c.d ye aktarıldığı Türkülerimiz serisinin 2.,3.,4. ve 5. Albümlerini yayınlayan ve 2000 yılında, bir konser için Hatay'a giderken büyük bir trafik kazası geçirerek uzun süre tedavi gören Selda Bağcan,


2002 senesinde ‘Ben geldim/Sivas’ın yollarına’ albümüyle müzik piyasasına kelimenin tam anlamıyla bomba gibi bir dönüş yapar.

Baştan sona yine kendi çizgisinde, bu topraklarda yaşanan acıları, sevinçleri dile getiren eserlerden oluşan bu albümde yer alan bir çok şarkı, ancak özellikle de ‘Sivas’ın yollarına’ çok büyük bir hit olur ve ülkenin dört bir yanında herkesin diline dolanır. Böylelikle, Selda Bağcan, uzun yıllar ardından yepyeni bir hit şarkı ortaya koymayı başarır. Sevimli bir halk türküsü olan ‘Sivas’ın yollarına’nın aksine, sanatçının kadim dostu Halil Ergün ile düet yaptığı, albüme adını veren diğer şarkı ‘Ben geldim’ batı tarzında bir eserdir ve insanı tam kalbimden vuran sözlere ve melodiye sahip bir başyapıttır. Hesapta yoktu, Sabreden derviş, Dön gel birtanem, Mevlam bir çok dert vermiş, Ağladım anne ,bazı eserlerin ikinci versiyonlarının yer aldığı yeni baskıya gidecek kadar çok büyük bir satış rakamı yakalayan bu albümün diğer ön plana çıkan eserlerinden bazılarıdır.

Selda Bağcan, 2000’li yılların müzik piyasasına damgasını vurmakta kararlıdır. Ben geldim/Sivas’ın yollarına’ yı, iki yıl sonra, 2004 te yayınlanan ‘Deniz’lerin dalgasıyım’ takip eder.

Bu albüm benim için çok önemlidir, çünkü bu albümle, çocukluğumdan beri sempati duyduğum Selda Bağcan’a olan büyük hayranlığım başlamıştır. Hiç unutmam, 2005 senesiydi, Bağcan, Hüsnü Şenlendirici’nin sunduğu bir programa konuk olmuştu. Her zaman olduğu gibi, Selda’yı görür görmez programa kilitlenmiştim. Bir süre sonra Selda Bağcan, son albümü ‘Deniz’lerin dalgasıyım’da yer alan ‘Duvarda sazım’ adlı özgün bir şarkıyı seslendirmişti, şarkıyı ilk kez dinlememe rağmen adeta vurulmuştum. Ertesi gün ilk işim ‘Deniz’lerin dalgasıyım’ Albümünü almak oldu. Ardından tüm diğer albümlerini, plaklarını, kasetlerini, ona ait ne varsa toplamaya çalıştım…Ve böylelikle Selda, ara sıra, halen daha çok özlediğim, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki o güzel üniversite yıllarımın fonunda yer aldı şarkıları ve varlığıyla…Kendisiyle, Unkapanı İMÇ’de Majör Müzikte ilk tanışmam da 2006 senesine denk gelir. O ne heyecandı ve Bağcan'ın samimiyeti, içtenliği, sanatına, diskografisine hakimiyeti ile  nasıl da büyülenmiştim…Yeniden Selda Bağcan’ın müzikal kariyerine dönecek olursam, yalnızca albüme adını veren, Deniz Gezmiş için yakılmış bir ağıt olan ‘Deniz’lerin dalgasıyım’ın dışında ünlü halk ozanımız Aşık Mahsuni Şerif için de yakılmış bir ağıt, ‘Duvarda sazım’, ‘Batman’dan Diyarbekir’e’, ‘Düşen hep yerde mi kalır’ gibi özgün eserler, ‘Ah yalan Dünya’, ‘Adıyaman Türküsü’ gibi türkülerin de yer aldığı bu güzel albümü dört yıl sonra takip eden ‘Güvercinleri de vururlar’ Albümünden söz etmeliyim.
 

2008 Yazında yayınlanan ‘Güvercinleri de vururlar’ albümü, 16 şarkıdan oluşan bir önceki albümü ‘Deniz’lerin dalgasıyım’a kıyasla oldukça kısa bir albümdür. Kendisiyle bir sohbetimizde, Bağcan bunun sebebini ‘Albümdeki şarkılarının bir birlerini gölgede bırakmasını engellemek’ için böyle bir tercihte bulunduğunu belirtmişti. Adını, 2007 yılında, acımasızca katledilen Hrant Dink için popüler müziğimizin en başarılı söz yazarlarından Şehrazat tarafından yakılmış, hem sözleri, hem bestesiyle yürek yakan  bir ağıttan alan bu albüm, ayrıca, yıllardır ‘Keşke Selda’dan da dinlesek  kimbilir ne güzel seslendirir’ dediğim bir geleneksel Erzurum türküsü ‘Sarı gelin’, Behçet Necatigil’in mükemmel ve anlamlı bir şiirinin, Selda Bağcan’a ait müthiş bir besteyle buluştuğu ‘Sevgilerde’, kendisi de dokuz yaşında yetim kalan Bağcan’ın çocukluğunda hep dinlediği, yıllar sonra seslendirdiği ‘Bir yetim türküsü’, ülkemizde yaşanan acıları dile getiren ‘Halkım’ , sevimli bir halk türküsü ‘Yan yana olunca güzel’ ve ‘Kerbela ağıdı’, ‘Magusa Limanı’ gibi bir çok değerli eser barındırmaktadır.
Bağcan'ın, ‘Güvercinleri de vururlar’ ve  ağırlıklı olarak deyişlere yer verdiği ‘Yürüyorum dikenlerin üstünde’ (1987) ve ‘Felek beni adım adım kovaladı’ (1989)  Albümlerinde de yer almış şarkıların yanı sıra, ‘Erzincanlı’, ‘Bir daha gel Samsun’dan, ‘Çorum-Sivas-Maraş-Gazi’ gibi yepyeni eserlerin de bulunduğu bir sonraki albümü ‘Halkım’ 2011 yılının mayıs ayında yayınlanır ve yine büyük ilgiyle karşılanır.


Yazımın son bölümünde, sanatçının ülkemizde 1975 yılında LP, 1996 yılında ise ‘Türkülerimiz-2’ adında  c.d ve kaset olarak yayınlanan ilk albümünün 2006 yılında İngiltere’de Finders keepers Şirketi tarafından yeniden cd ve LP olarak yayınlanmasıyla başlayan ve 10 yıldır giderek artan, aslında başlı başına yeni bir yazıya konu olabilecek, batılıların çılgınlık boyutundaki Selda Bağcan tutkusundan kısaca bahsedeceğim. İşin özeti, internetin yaygınlaşması ve tüm dünya ülkelerine ait müzik arşivlerinin daha kolay ulaşılablilir hale gelmesiyle, bize ait bir değerin batılılar tarafından keşfedilmesidir. Selda’nın 70’li yıllarda, o dönem için bile oldukça sıradışı ve güçlü altyapılarla seslendirdiği türküler, Avrupalıları adeta büyülemiştir. Bugün, ‘Türkiye’yi müzik alanında yurt dışında en iyi hangi sanatçı temsil etmektedir?’diye sorulsa, bu sorunun cevabı kesinlike Selda Bağcan'dır. Ne sevdiğim ve takdir ettiğim bir sanatçı olan Tarkan, ne de oldukça koyu bir hayranı olduğum , çok sevdiğim Ajda Pekkan , Selda Bağcan'ın başarabildiğini başaramamışlardır. Selda Bağcan’ı bu isimlerden ayıran en önemli özellik, tamamen bize ait ezgileri, bizim dilimizde seslendirmesi ve bu türkülerle Avrupa halklarını etkilemeyi başarmasıdır. -ki bu çok zor bir şeydir- Geçtiğimiz ay İspanya’nın Barcelona Kentinde düzenlenen Primavera Festivali’nde 1000’lerce Avrupalı genci ‘Yaylalar’, ‘Yaz gazeteci yaz’, ‘Yuh yuh’ gibi Anadolu insanının sözlere ve notalara döktüğü türkülerle coşturması, The Times’da yayınlanan aralarında Edith Piaf, Maria Callas, Amalia Rodrigues gibi isimlerin de yer aldığı ‘dünya müziğinde efsane 81 kadın şarkıcı’ listesinde Safiye Ayla ile birlikte yer alan tek Türk  şarkıcı olması, Elijah wood’un Selda’ya olan hayranlığını dile getirerek, önünde saygıyla eğilmesi, ünlü Amerikalı rap müzik sanatçısı Mos Def’in , Selda’nın 1975 senesinde seslendirdiği Aşık Mahsuni Şerif türküsü ‘İnce ince bir kar yağar’ı, ‘Supermagic’ adlı şarkısının fonunda kullanıp, milyonları büyülemesi, sanatçının ilk üç albümünün Avrupa’nın bir çok, önde gelen müzik firmaları tarafından yeniden yayınlanması, Bağcan’ın sınırlarımızın ötesindeki başarılarının sadece bir kaç tanesidir...

Selda Bağcan, profesyonel müzik hayatına başladığı 1971 yılından bu yana yüzlerce şarkı seslendirdi. 1000 yıllık halk türküleri de, deyişler de , semahlar da, özgün protest eserler de, batı tarzı aranjmanlar da aynı başarıyla, aynı samimiyetle onun sesinde hayat buldu. Karakterinin ana unsuru olan ‘her türlü haksızlığa karşı durmak’ ilkesini şarkılarına, sesine taşıdı. Her zaman kendi inandıklarını söyledi ve duruşunu hiç değiştirmedi, sayısız yargılanmalara, hapislere ve yasaklara rağmen... Ne hümanizm maskesi altında ‘Terör sempatizanlığı’ yaptı, ne de kendisine çıkar sağlamak için duruşuna ters düşüp, iktidar partisine yaranmaya çalıştı. Teröre de, şiddete de her zaman karşı bir tavır sergiledi, çünkü ona göre her şey ‘insanı sevmek’ ile başlardı. (Her ne kadar hayvanları insanlardan daha çok sevdiğini itiraf etse de ;) ) . Hiçbir zaman hiçbir partiye, hiçbir örgüte, hiçbir derneğe üye olmadı, çünkü onun görüşleri hiçbir şablona sığmıyordu. Şehitlerimiz için de ağıtlar yaktı, acımasızca katledilen Hrant Dink için de, Uğur Mumcu için de… Bir mehmetçikle, bir gerillanın dağda karşılaşıp bir birlerini öldürememesini konu alan ‘Ağladım anne’  ağıtı, onun sesinden başka kimsenin sesinde bu denli samimi olamazdı bu yüzden… geçtiğimiz ay Barselona'da Primavera Festivali'nde sahne alıp binlerce Avrupalı genci tamamen Anadolu'ya, bize ait ezgilerle, 'Yaylalar' ile, 'Yuh yuh' ile, 'Yaz gazeteci yaz' ile - ki bu çok zordur, bunu ne Tarkan ne de koyu bir hayranı olduğum Ajda Pekkan başarabilmiştir- coşturması, Elijah wood'un Selda'ya olan hayranlığını dile getirip saygıyla önünde eğilmesi, ünlü Amerikalı rap müzik şarkıcısı Mos Def'in Selda'nın 1975 yılında seslendirdiği Mahsuni Şerif Türküsü 'İnce ince bir kar yağar' ı 'Supermagic' adlı şarkısının fonunda kullanıp milyonları büyülemesini sayabiliriz.geçtiğimiz ay Barselona'da Primavera Festivali'nde sahne alıp binlerce Avrupalı genci tamamen Anadolu'ya, bize ait ezgilerle, 'Yaylalar' ile, 'Yuh yuh' ile, 'Yaz gazeteci yaz' ile - ki bu çok zordur, bunu ne Tarkan ne de koyu bir hayranı olduğum Ajda Pekkan başarabilmiştir- coşturması, Elijah wood'un Selda'ya olan hayranlığını dile getirip saygıyla önünde eğilmesi, ünlü Amerikalı rap müzik şarkıcısı Mos Def'in Selda'nın 1975 yılında seslendirdiği Mahsuni Şerif Türküsü 'İnce ince bir kar yağar' ı 'Supermagic' adlı şarkısının fonunda kullanıp milyonları büyülemesini sayabiliriz.

Bu büyük sanatçının , son olarak, 1971’den bugüne en sevilen eserlerinin arasından seçtiği 40 şarkının ilk yayınlandıkları versiyonlarından oluşan’ 40 yılın 40 şarkısı’ adlı albümü, oldukça özenle hazırlanmış bir kitapçık eşliğinde ikili cd ve LP olarak yayınladı. (bu noktada acizane küçük bir eleştiri de yapayım, plak kaydı dijital ortamdan aktarılarak değil, orijinal analog kayıtlardan yapılsaydı çok daha sevinirdim. J ) Albüm, eski şarkılardan oluşmasına rağmen, aylarca  ülkenin en çok satan 10 albümü arasında yer aldı, çünkü bu albümü dinlemek adeta Türkiye’nin son 40 yıl içerisindeki panoramasını izlemekle eş değerdeydi.


Bu albümün ardından Bağcan, aynı konseptte dört tane albüm daha yapacağını ve böylelikle toplam 200 şarkının yeniden piyasaya sunulacağını açıkladı. Benim gönlüm ise, önceliğin, ‘Türkülerimiz-6’ nın yayınlandığı 2006 yılından bu yana devamı gelmeyen ‘Türkülerimiz’ serisine verilmesi ve bir an önce ülkenin her evine girmesinin gerekli olduğunu düşündüğüm, bu 10 albümlük muhteşem, hazine değerindeki serinin tamamlanması.
İşte benim acizane kalemimden, çok sevdiğim, bende çok özel bir yeri olan, 45 yılı aşkın süredir bu topraklarda, bu topraklardaki insanların acılarını, sevinçlerini dile getiren  büyük sanatçı Selda Bağcan… Son olarak şunu söylemek isterim ki Selda Bağcan iyi ki bu ülkede doğmuş, iyi ki bu ülkenin müziğini söylemiş ve iyi ki ben onunla aynı topraklarda dünyaya gelmiş ve onunla aynı dönemde yaşama şansına sahip olmuşum. Daha nice 40 senelere Sevgili Selda Bağcan…





 Müzik ve sevgi dolu günler dilerim hepinize...