8 Ekim 2019 Salı

İstanbul'u Kana Bulayan Bir Aşk Öyküsü ya da 1959 Sirkeci Faciası



Epey zaman öne haberdar olduğum, çok ilgimi çeken , ancak her nedense bir türlü kaleme alma fırsatımın olmadığı, üzerindeki sır perdesini 30 yılı aşkın bir süre korumuş, bir dönem İstanbul, hatta Türkiye gündemini en fazla meşgul eden çok acı bir olayın, gerçek bir facianın öyküsünü paylaşacağım şimdi sizlerle.
Mekanımız yine İstanbul, hatta İstanbul’un tabiri caizse tam anlamıyla göbeği, en işlek, en merkezi ve en eski semtlerinden birisi; Sirkeci. Bu kez Osmanlı Dönemi’ne dek uzanmayacağız, nispeten daha yakın bir tarihte, Cumhuriyet dönemindeyiz, yıl ise 1959…
Sirkeci, o yıllarda da şimdi olduğu gibi İstanbul’un gündüz nüfusu en yüksek, birçok önemli güzergahın üzerinde bulunan, birçok önemli iş yerinin bulunduğu, şehrin ticari anlamda kalbinin attığı çok merkezi bir semttir. Hatta, o yıllarda Sirkeci’nin bugünkünden çok daha canlı, İstanbul’un şimdiye nazaran çok daha ön planda olan bir semti olduğunu söyleyebiliriz.
6 Ocak 1959 Salı günü de Sirkeci’de sıradan bir iş günü gibi başlar. Esnaflar, dükkanlarını açmışlar, sabah çaylarını yudumlamakta, üniversiteliler çevredeki kitapçılardan alışveriş yapmakta ya da okullarına yetişmeye çalışmakta, kimi mutlu, kimi mutsuz 1000’lerce insan akıllarında türlü düşüncelerle, hayat gailesi içerisinde kalabalık Sirkeci sokaklarında oradan oraya koşuşturmaktadır. Ne var ki, saatler tam 10:23’ü gösterdiğinde korkunç bir patlama sesiyle Sirkeci’de yer yerinden oynar. İstanbul’un, top sesleriyle titrediği 1453 yılındaki fetih gününden 1959’a uzanan 500 yılı aşkın süre boyunca bu denli güçlü bir patlama sesine şahit olmadığını dile getirecektir birçok kimse… Kimse ne olduğunu tam olarak anlayamamıştır, ansızın korkunç bir gürültüyle bir patlama gerçekleşmiş, birçok bina yerle bir olmuş, 100 ‘ün üzerinde insan çöken binaların altında kalmıştır. Sirkeci, bir savaş alanına dönmüş, her tarafa parçalanmış bedenler saçılmıştır. Çığlıklar ve acı dolu inleme sesleri bir birine karışmaktadır.

Korkunç patlamanın sonucu İstanbul’un en ünlü ve en eski otellerinden Meserret Oteli büyük hasar görmüş, Viyana Oteli, önemli iş hanlarından Neyyir Han, Tan Matbaası, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin kitaplarını aldıkları Üniversite Kitabevi ve daha birçok bina, han ve dükkan tamamen yıkılmış ya da kullanılamayacak hale gelmiştir. Olay esnasında, oradan geçmekte olan 28 no’lu Fatih-Beşiktaş Otobüsünün üzerine bir bina devrilmiş, otobüs enkaz altında kalmıştır. Olayın ardından, ambulanslar Sirkeci’ye ulaşmışlar ve yaralıları hastaneye yetiştirmeye, enkaz altındaki insanlara ulaşmaya çalışmışlardır. Birkaç gün içerisinde açıklanan bilanço korkunçtur, 50’den fazla insan hayatını kaybetmiş, 100’lerce insan yaralanmış ve o dönemin parasıyla 10 milyonluk bir zarar oluşmuştur.  Dönemin cumhurbaşkanı Adnan Menderes ve eski cumhurbaşkanı Celal Bayar, olay yerini ziyaret etmiş, acılı aileleri teselli etmeye çalışmışlar, 7 ocak 1959 günü TBMM’de İstanbul’da hayatlarını kaybedenler için saygı duruşu yapılmıştır. O sırada bir konser için İstanbul’da bulunan dünyaca ünlü şarkıcı ve dansçı Josephine Baker, patlamada ebeveynlerini kaybeden çocuklardan birisini evlat edinmek ve kazada hayatlarını kaybedenlerin ailelerine 1000’er lira yardım etmek ister,
ancak bürokratik sebeplerden ötürü bu gerçekleşemez.
Korkunç facianın hemen ardından polis olay yerinde incelemelere başlar ve patlamanın sebebini tespit etmeye çalışır. İlk başlarda, bomba ihtimali üzerinde durulur. Ancak, ertesi gün çevrede dinamit lokumları bulunmasının ardından patlamanın dinamit kaynaklı olduğu ve patlamaya neden olan 300 kg kadar dinamitin, patlamanın gerçekleştiği Ankara Caddesi ile Ebussuud Caddesi’nin köşesindeki Neyyir Han’da istiflenmiş olduğu saptanır. Dinamitler, bu iş hanında bulunan Kumla Maden LTD ŞTİ’ne aittir ve bir ay kadar önce iş hanına getirilerek, daha sonra Bursa Gemlik’te maden çıkartmak için kullanılmak üzere, hanın deposunda istiflenmiştir.

Patlamanın kaynağı bir gün kadar kısa bir sürede anlaşılmıştır. Fakat, patlamaya neyin sebep olduğu bir türlü çözülemese de tüm uzmanların hemfikir oldukları tek bir nokta vardır, o da bu dinamitlerin hiçbir şekilde kendiliğinden patlayamayacakları, ancak kasıtlı bir şekilde patlatılmış olduklarıdır. Bunun üzerine polis, Kumlu Maden LTD Şirketinin sahibi Mustafa Atik’e ulaşmaya çalışır. Ne var ki, Atik olay gününün ardından karısı ve çocuklarıyla birlikte yaşadığı Beşiktaş’taki evine hiç uğramamıştır ve ailesi onun hayatını kaybetmiş olmasından şüphelenmektedir. Nitekim, iki gün sonra Atik’in parçalanmış ve tanınmayacak haldeki cansız bedeni enkazın altından çıkartılır.
Şirketin genel müdürü ve hissedarı olan ve olay anında İzmir’de bulunan Hasan Fehmi Moralı’nın ifadesine başvurulur. Moralı da, dinamitlerin neden patladığı hakkında bilgi sahibi olmadığını, ancak mutlaka bir kasıt olduğunu, bu dinamitlerin hiçbir nedenle kendiliğinden patlayamayacaklarını belirtir.
Aynı günlerde, enkaz altından çıkartılan cesetlerin kimlik saptaması yapılmaya devam etmektedir. Bir anda, olayın seyrini değiştiren bir gelişme yaşanır. Şirketin sahibi Mustafa Atik ile birlikte aynı enkazın altında, yan yana bulunan iki cansız kadın bedeninden bir tanesi, hali hazırda şirkette katip olarak çalışan Tahsin Bal’ın ablası Feriha Bal’a, diğeri ise annesi Saime Bal’a aittir. Feriha Bal da bir süre, bu şirkette sekreter olarak çalışmış, daha sonra ayrılmış ve yerine tavsiyesi üzerine erkek kardeşi Tahsin Bal alınmıştır. Polis, yaptığı soruşturma kapsamında Feriha Bal’ın çalıştığı dönemde şirketin sahibi Mustafa Atik ile metres hayatı yaşadığı, ilişkileri başladıktan sonra şirketten ayrıldığı ve ilişkilerinin halen devam ettiği bilgisine ulaşır.
Feriha Bal’ın annesiyle birlikte kiracı olarak yaşadığı Sultanahmet, Su terazisi Sokak’taki evin sahibi de, Bal’ın yakın çevresi de bu ilişkiyi doğrulamaktadır. Hatta, Feriha’nın son aylarda sevgilisi Mustafa Atik’e karısından boşanıp, kendisiyle evlenmesi için baskı yaptığı, Atik’in ise ne Feriha’dan vazgeçmek, ne de karısından boşanmak niyetinde olmadığı, bu sebepten sık sık tartıştıkları, bu şiddetli tartışmalara çoğu kez Feriha Bal’ın annesi Saime Bal’ın da müdahil olduğu bilgisine ulaşılır. Polis ve gazeteciler Mustafa Atik’in eşi Melek Atik ile konuşmak ister ancak Atik,
‘’Zaten acılarının kendilerine yettiğini, konuyla ilgili hiçbir bilgisinin olmadığını’’ dile getirir.
Giderek magazinsel bir hal almaya başlayan ve aylarca İstanbul Gündeminden düşmeyen bu facianın kuşku uyandıran ve merakları üzerine çeken bir başka ismi ise patlama esnasında, iş yerinden 10-15 dakikalık bir mesafede bulunan ve olaydan hiç yara almadan kurtulan Feriha Bal’ın erkek kardeşi ve şirketin katibi 23 yaşındaki Tahsin Bal’dır. Aslında, ilk günlerden beri Tahsin, şüpheliler listesinin başlarında yer almaktadır. Patlama esnasında annesi ve ablasının iş hanında bulunduklarını bildiği halde, hastanelere ve polise başvurmayıp, akşam gayet sakin bir şekilde evine dönen, annesi ve ablasının cenazesinde hayli soğukkanlı davranan ve fotoğraflarını çekmek isteyen gazetecilere yüzünü saklamaya çalışan Tahsin Bal, birçok kez polis tarafından sorgulanmış, göz altında tutulmuş ancak hiçbir somut delil olmamasından dolayı serbest bırakılmıştır.
Ayrıca Tahsin Bal, polise verdiği ifadesinde ‘’Değil insan öldürmek, hayatı boyunca tavuk bile kesmediğini, aynı anda hem annesini, hem de ablasını kaybetmenin acısı bir yana, işini de kaybettiğini, maddi ve manevi zarar içerisinde olduğunu’’ söylemiştir. Olay tam olarak aydınlanamamıştır, ancak birçok kimse dinamitleri hararetli bir tartışma esnasında şirketin sahibi Mustafa Atik’in ya da kızgın sevgilisi Feriha Bal’ın patlattığını düşünmektedir.
Aradan günler, aylar, yıllar geçer ve bu korkunç facia da zaman içerisinde gündemden düşer ve unutulur. Ölenler ölmüş, sevdiklerini, ailelerini kaybedenler yaralarını sarmaya, acılarını dindirmeye çalışarak, bir şekilde sürüp giden hayata tutunmaya çalışmışlar ve Sirkeci Faciası da birçok acı olay gibi ardından giderek silikleşen bir iz bırakarak tarihin karanlık sayfalarına gömülür…
Taa ki, 1990’lı yılların başında bir gün Tahsin Bal, olayın üzerinden 30 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra ortaya çıkıp şu açıklamayı yapana kadar: ‘’Bu vicdan azabıyla ölmek istemiyorum. Ablam Feriha’nın evli olan patronuyla gönül ilişkisi vardı. Annem de bu ilişkiye göz yumuyor, Feriha ile birlikte patronuma karısından boşanıp, onunla evlenmesi için baskı yapıyordu. Olay günü de ikisi birlikte patronumla konuşmaya geldiler. Onlar gelince, patronum beni postaneye, telgraf atmam için gönderdi. Canıma tak etmişti. Aşağıya indim, ilk önce dinamitlerin üzerlerini çöplerle iyicene örttüm, bu şekilde ateşin çöplerden dinamitlere kadar ulaşacağı süre zarfında olay yerinden uzaklaşacaktım. Nitekim, öyle de oldu. Kibriti çakıp çöplerin üzerine attım ve oradan uzaklaştım, 10 dakika kadar sonra korkunç patlama sesini duydum. Amacım sadece annemi, ablamı ve patronumu cezalandırmaktı. 10’larca insanın ölümüne sebep olduğum için yıllardır vicdan azabıyla yaşıyorum ve kendimi affetmiyorum.’’
Ne var ki olayın üzerinden 30 seneden fazla zaman geçtiği için hukuken, suç müruruzamana (zaman aşımı) uğramıştır ve Tahsin Bal hiçbir ceza almaz.
Faydalandığım kaynaklar: Milliyet Gazete Arşivi, http://lcivelekoglu.blogspot.com/,  Sözcü Gazetesi Can Mumay, Takvim Gazetesi Tayfun Er.

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Gözcülerin tepesi; Göztepe ve İmanlarından şüphe edilmeyenlerin köyü Merdivenköy


Göztepe ve Merdivenköy, İstanbul’un Anadolu Yakasında, Kadıköy İlçesine bağlı, birbirlerine komşu iki mahalledir. Göztepe, Merdivenköy’e nazaran çok daha geniş bir alana yayılmıştır ve Çamlıca’nın eteklerinde kurulu, bir zamanlar kaynak sularıyla ünlü Libadiye’den neredeyse Marmara Denizi'ne kadar uzanır.  Hatta, kuzeyde E-5 Karayolunun yukarısında bulunan küçük bir kısmı Kadıköy’e sığmayıp Üsküdar ve Ataşehir ‘e taşar.
Bu iki semtin tarihleri Bizans Dönemine dek uzanır. Çamlıca Tepesi ve Kayış Dağı gibi Anadolu Yakasının önemli yükseltilerine yakın bir noktada ve çevresine göre kendisi de yüksek sayılabilecek bir rakımda yer alan Göztepe’de, o yıllarda bir yerleşim olmasa da bir kadınlar manastırı olduğu bilinmektedir. Bizans Döneminde Aya Mamanos ( Kutsal anneler) olarak bilinen bugünkü Merdivenköy’de ise İmparator 3.Andronikos’a ait bir av köşkü vardır. 14.yy’ın başından itibaren , Osmanlı İmparatorluğu sınırlarını giderek İstanbul’a yakınlaştırmaktadır. Kocaeli Yarımadası’nın büyük bir kısmı Türklerin eline geçmiş, 1328’de, bugün sırasıyla Sultanbeyli ve Sancaktepe Sınırları içerisinde kalan Aydos ve Samandıra Kaleleri, 1329 yılında Maltepe ve civarı, 1331’de İçerenköy, 1352’de Üsküdar, 1353 yılında ise Kadıköy fethedilecektir. Bugünkü Göztepe ve Merdivenköy Semtlerinin Osmanlıyla tanışması ise Maltepe (Pelekanon) Savaşının gerçekleştiği 1329 yılına denk düşer. Bu savaştan yenik ayrılan Bizans İmparatoru 3.Andronikos, bir barış antlaşması imzalamak için Osmanlı Padişahı Orhan Gazi ile Göztepe’deki av köşkünde bir araya gelir. Orhan Gazi, barış şartı olarak bu köşkün kendilerine verilmesini ve buraya bir tekke yapılmasını koşar. 3.Andronikos, bu teklifi kabul eder ve bu av köşkünün yerine bir Ahi Tekkesi inşa edilir. Bizans Döneminde av köşkü, 1329’dan sonra ise tekke olarak kullanılan bu yapı bugün Göztepe ile Merdivenköy arasında bulunan Şahkulu Sultan Dergahı’dır.
Tekkeye, ’savaşcı derviş’ anlamına gelen ‘alperen’ olarak da anılan dervişler yerleştirilir. Bu dervişlerin en önemli görevleri, konumca yüksek olan bu bölgeden, halen Bizans egemenliği altında olan İstanbul’u izlemektir. Bu dervişlere Gözcü Babalar, gözetlemenin yapıldığı ve tekkenin bulunduğu bu tepe ve civarına ise Göztepe denilmeye başlanır.  Ne var ki, 1402 yılında Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda Moğol Hükümdarı Timur’a yenilmesinin ardından ortaya çıkan buhran döneminden istifade eden Bizans İmparatorluğu, bölgede kontrolü yeniden ele alır, tekkeyi kapatır ve tüm dervişleri öldürür. Gözcü Baba, Mah Baba ve Gül Baba gibi, ne yazık ki İstanbul’un fethini göremeden şehit edilen bu dervişler tekkenin civarına defnedilirler.


Bugün Gözcü Baba’nın ve birkaç dervişin kabri, Göztepe’nin Gözcübaba olarak anılan bölgesinde, Hızır Reis Sokak’ta yer alır. Servi ağaçlarıyla çevrili ve çok küçük bir bostanın da bulunduğu Gözcü Baba Türbesi, insanın ruhuna huzur veren, Kadıköy’ün manevi havasını en fazla hissedebileceğiniz köşelerinden birisidir.



Mah Baba ve Gül Baba ise Gözcü Baba’ya nazaran tekkeye biraz daha yakın bir noktaya defnedilmişlerdir.





Göztepe’nin yeniden Osmanlı kontrolüne geçmesiyle birlikte tekke, bu kez bir Bektaşi tekkesi olarak yeniden faal olur ve günümüze kadar ulaşır. Şahkulu Sultan Dergahı adındaki bu dergah, günümüzde de halen Alevi-Bektaşi Kültürünün yaşatıldığı önemli bir merkezdir.



ve aynı zamanda da iki adet çeşme



ve iki adet su terazisi olmak üzere tarihi su yapılarına da ev sahipliği yapmaktadır.





Merdivenköy’de yerleşimin başlaması da bu tekkeyle ilişkilidir. Tekkeye sık sık giden Bektaşiler, 15.yydan itibaren tekkenin civarına yerleşmeye başlarlar ve böylelikle tekkenin çevresinde küçük bir köy kurulur. Halkının daha çok mandıracılıkla uğraştığı, sarayın süt ürünlerinin bir bölümünü karşıladığı bu köyün Osmanlı Dönemindeki ilk ismi Mandıra Köyü olur. Mandıralar, sadece Merdivenköy’de değil, bu köyün batı komşusu Fikirtepe’de de mevcuttur. Günümüzde de, o yılların bir hatırası olarak Fikirtepe’nin ana caddesinin ismi Mandıradır. Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan 16.yy ortalarında Mandıra Köyü’nde, yani bugünkü Merdivenköy’de bir cami yaptırır.

Bu cami, günümüzde de mevcuttur, ancak sadece minaresi orijinal olarak bugüne gelebilmiştir.



16.yy ortalarında eski Aya Mamanos, o dönemki adıyla Mandıra Köyü; Camisi, tekkesi, şeyhleri ve dervişleriyle İstanbul’un Anadolu yakasının önemli bir dini merkezi haline gelmiştir. Artık, bu köye Mandıra Köyü yerine Merd-i iman Köy (İmanından şüphe edilmeyenlerin köyü) denilmeye başlanır. ‘Merdiimanköy ‘kelimesi, zamanla halk arasında Merdivenköy’e dönüşür ve artık mahallenin ismi Merdivenköy olur. Günümüzde Merdivenköy, her ne kadar özellikle de son 10 yıl zarfında dört bir yanı çok katlı betonarme binalarla doldurulsa da, halen daha köy olduğu eski günlerinden kalma bahçe içerisinde, bir ya da iki katlı evlere, sevimli bahçelere ev sahipliği yapar.






 Geçirdiği tüm değişime rağmen, Kadıköy’ün köy havasını en fazla soluyabileceğiniz mahallesi yine de Merdivenköy’dür ve camisi, dergahı, mezarlığı, çeşmeleri ve su terazileriyle geçmişin tarihi ve manevi dokusunu hissedebileceğiniz özel bir semttir.




Adını Gözcü erenlerin Bizans’ı gözetledikleri tepeden alan Göztepe’ye dönecek olursak, bugün Merdivenköy’den kat ve kat daha büyük, daha fazla tanınan bir semt olsa da yerleşim tarihinin Merdivenköy’den çok daha yeni olduğunu söyleyebiliriz. Göztepe Semtinin kurulu olduğu, gözetleme tepesinden Marmara Denizi’ne kadar inen yamaçlarda yerleşim 1870’li yıllarda başlar. Osmanlı-Rus Savaşının ardından, Balkanlardan gelen birkaç muhacir aile Göztepe’ye yerleşirler. Aynı yıllarda, Haydarpaşa-İzmit Demiryolu üzerinde Göztepe İstasyonunun inşa edilmesiyle istasyon civarı giderek gelişir ve kısa sürede burada bir yerleşim dokusu meydana gelir.


1899 Yılında Tütüncü Mehmet Efendi tren istasyonunun yanı başında bir cami yaptırır.




Günümüze gelebilmiş olan bu cami ve tren istasyonun olduğu bölge, Göztepe’deki ilk yerleşimin başladığı bölgedir ve günümüzde de semtin ana çekirdeğini oluşturmaktadır.



19.yy sonlarından itibaren birçok köşkün de inşa edilmeye başladığı Göztepe, 20.yy’ın ortalarına dek, göz alıcı güzellikteki köşkleri, bahçeleri, uçsuz bucaksız kırları ile İstanbullular’ın rağbet ettiği, havadar bir semttir.

(1932 tarihli bu fotoğraftaki kişiler rahmetli anneaanem Mualla Doğan ve kız kardeşi (büyük teyzem) Melek Oskay'dır. Fotoğrafın arkasında Göztepe'de çekildiği yazıyor, ancak takdir edersiniz ki bugün nereye denk düştüğünü bulabilmek imkansız gibi bir şey.) 

Köşklerin özellikle Göztepe’de yapılmasının bir nedeni, Kadıköy’ün diğer semtlerine göre daha yüksek bir konumda bulunan bu bölgenin müthiş bir manzara sunmasıdır.




Üstelik, bu manzaranın temel öğesi olan Marmara Denizi, hiç de uzakta değil, yürüme mesafesindedir. Göztepe, 1960’lardan itibaren ahşap evlerini, bahçelerini betona, çok katlı apartmanlara teslim etmeye başlamış olsa bile, halen daha İstanbul geneline göre çok daha fazla yeşilliğe sahip olan sokakları,

köşkleri, suyu halen akan Kayışdağı Çeşmesi



ve birisi semtin güneyinde, denize yakın bir noktada bulunan Göztepe Parkı, diğeri semtin batısında hayli geniş bir alana yayılmış olan Özgürlük Parkı olmak üzere barındırdığı parklarıyla halen daha çok tercih edilen, ismi duyulduğunda İstanbullularda hoş bir çağrışım yapan bir semttir.



Dilerseniz bu yazıyı sözleri Hüseyin Mayadağ’a, bestesi ise Teoman Alpay’a ait, bir zamanların Göztepesini tüm güzelliğiyle ruhumuza zerk eden Dün Göztepe adındaki bu güzel eserle sonlandırayım.
https://www.youtube.com/watch?v=CMR3oNXsCp4

9 Mart 2019 Cumartesi

İstanbul'un Göbeğinde Yeşillikler İçerisinde Bir Mahalle; Tozkoparan






 

Tozkoparan, İstanbul’un Avrupa Yakasında, Merter civarında, Güngören İlçesine bağlı bir mahalledir.  Çocukluğumdan beri ismi dikkatimi çekmiş, hatta itiraf etmem gerekirse çocukken, bana tozu ve kirliliği çağrıştıran ismi dolayısıyla bu mahalle ben de olumsuz bir çağırışım yaratmıştır.
Özellikle iş zamanında, hemen hemen her gün geçtiğim Merter’in yanı başında, M1 Metro hattını kullandığımda metroyla, Merter ile Davutpaşa Durakları arasında içinden geçtiğim bu mahalleyi geçtiğimiz günlerde bir gezeyim dedim. Daha doğrusu , günümüzde Yıldız Teknik Üniversitesi olarak kullanılan Davutpaşa Kışlası ve arsasını ziyaret etmek amacıyla, metrobüsten Merter’de indim. Metroya binip, bir durak sonra Davutpaşa’da inecektim, sonra dedim ki ‘’Bir durak için metroya binmeyeyim, Merter’den Davutpaşa’ya kadar yürüyeyim, böylelikle Tozkoparan’ı da gezmiş olurum.’’. Sonuç olarak Davutpaşa Kışlası’nı ziyaret etmek kısmet olmadı (Gereksiz bulduğum bir prosedür dolayısıyla) ancak Tozkoparan’ı gezmiş oldum.

İsminin kaynağını bulmak için tarihe uzandığımızda, Tozkoparan ismi ilk kez, Sultan 2.Bayezid Döneminde 1499-1504 arası Osmanlı Devleti’nin Venediklilerle yaptığı savaşta, uzağa ok atma konusunda hayli hünerli olan, bir keresinde okunu uzağa atabilmek için yayını çok fazla gererek, yayın toz adı verilen bölümünü kopardığından, İskender adında kahraman, genç bir askere verilen bir lakap  olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda Tozkoparan kelimesi, yağlı güreşlerde 15-16 yaşlarındaki, 65 kg civarı ağırlıktaki güreşçileri tanımlamak için de kullanılan bir terim. Türk Dil Kurumu ise Tozkoparanı çok rüzgarlı yerler için kullanılan bir sıfat olarak tanımlıyor ki, bence Tozkoparan Semtinin isminin kaynağı da bu sıfata dayanmakta. Çünkü, Tozkoparan İskender’in yaşadığı 15.yy.sonu- 16 yy.başlarında , bir Rum köyü olan Vidos’un (bugünkü Güngören) yakınında, üzerinde hiçbir yerleşimin olmadığı bomboş, yemyeşil  bir araziden ibaret olan bugünün Tozkoparan Mahallesi’nin bu kahraman askerle herhangi bir bağlantısı olabileceğini sanmıyorum. Aynı şekilde, semtin tarihinde yağlı güreşlerle de ilgili bir yaşanmışlık bulamadım. Fakat, surların dışında, bir zamanların Ahmet Merter Çiftliği’nin (bugünkü Merter Semti) civarında, yeşillikler arasında  yer alan bu bölgenin çok rüzgar alması ve bu sebepten Tozkoparan olarak anılması bana oldukça mantıklı geliyor. Ancak, yine de net bir şey söylemek zor.

Yazımın başında bahsettiğim gibi Tozkoparan Mahallesi, Güngören İlçesi’ne bağlı, Merter, Davutpaşa, Güngören ve Cevizlibağ arasında yer alan bir mahalle. Mahalledeki yapılaşmanın tamamına yakınını; Suriçi’ndeki yerleşimin, artan nüfusla birlikte Surdışı’na doğru kaymaya başladığı 1960’lı yıllarda, devlet tarafından yapılan sosyal konutlar oluşturuyor. Tozkoparan Mahallesi, gecekondulaşmanın önüne geçmek için sosyal konut inşa edilmesi uygulamasının İstanbul’daki ilk örneklerinden birisidir. Büyüklükleri 45 ile 65 m2 arası değişen çok fazla sayıda dairenin yer aldığı ve çevreleri geniş bahçelerle çevrili  apartmanların bulunduğu düzenli sitelerden oluşuyor Tozkoparan Semti. Hatta, semt ilk kurulduğu 1960’lı yıllarda Sosyal Meskenler olarak anılmış olup, Tozkoparan ismi daha sonra kullanılmaya başlamıştır. Aynı yıllarda, daha çok alt ve orta gelir düzeyine sahip işçi ve memurların yaşadığı mahalle, komşusu Küba Mahallesiyle birlikte sol yapılaşmanın İstanbul’daki en güçlü kalelerinden birisi olmuş, hatta bu yıllarda halk arasında Devrim Mahallesi olarak bile anılmıştır.

Bugünün Tozkoparan’ında ise, benim en çok dikkatimi çeken ve hoşuma giden şey semtteki yeşil alanların bolluğu oldu. Sosyal konutların hepsinin çevresinde geniş bahçeler bulunuyor ve bu bahçeler mahalleli tarafından çok güzel değerlendirilmiş.
İstanbul’un göbeğinde; Hele ki Güngören, Zeytinburnu, Esenler ve Bayrampaşa gibi yapılaşmanın ve hafif sanayinin hayli yoğun olduğu bir alanın ortasında bu kadar yeşil bir mahalle bulmak gerçekten şaşırtıcı ve sevindirici.

 
Mahallenin orta kısmında, birkaç tek katlı bina ve altlarındaki bakkal, manav, kasap, tuhafiye, eczane gibi mahallelinin ihtiyaçlarını karşılayan dükkanlardan, bir camiden, birkaç kahvehaneden ve birkaç küçük meydandan oluşan mahallenin çarşısı karşılıyor sizi.

 
Çok küçük bir alan içerisinde aradığınız hemen hemen herşeyi bulabileceğiniz bu bölge küçük bir köy meydanını andırıyor, kent yaşamının karmaşası içerisinde hasret kaldığımız, unuttuğumuz, geçmiş zamanların sıcaklığı ve samimiyetini yayıyor adeta çevreye…





Zaten, mahalle boyunca yürürken, çevreyi gözlemlerken bu mahallede zamanın adeta yıllar öncesinde donup kaldığını hissediyorsunuz. Bir yandan da insanın ruhunu hüzünlendiren bir bakımsızlığa, ilgisizliğe ve unutulmuşluğa şahit oluyorsunuz. Çünkü, yıllar önce devlet tarafından yapılmış bu sosyal konutlara çok belli ki o günlerden bugüne uzanan 40-50 yıllık süre zarfında en ufak bir bakım yapılmamış, bahçelerin şirin düzenlemeleri, bazı bölümlerinde oluşturulmuş küçücük bostanlar hep mahallelinin kendi çabalarıyla, yaşam alanlarını güzelleştirmek için sarf ettikleri çabaların sonucu.


Güngören Belediyesi ve İ.B.B, Mahalledeki binaların çok eski ve bakımsız olduğunu ileri sürerek mahallenin kentsel dönüşüme uğraması,  tüm binaların yıkılarak TOKİ tarafından yeni binalar inşa edilmesi  gerektiğini öne sürüyorlar. Hatta, 10 yılı aşkın süredir bu konuya yönelik çalışmalar yapılıyor, ihaleler düzenleniyor.

 
Mahallelinin büyük bir bölümü buna karşı, çünkü bunun sadece rant amaçlı bir atılım olduğunu, mahallelerinin sosyal dokusunun bozulacağını, yeşil alanın azalacağını , Tozkoparan’ın ruhunu kaybedeceğini düşünüyorlar ve haksız da sayılmazlar. Binaların çok eski ve bakımsız olduğu bir gerçek, ancak her binanın yanında binanın kapladığı alan kadar bir yeşil alanın bulunduğu, bu alanların müteahhitlerin iştahlarını kabarttıkları, bu alanlara rahatlıkla yeni birer bina inşa edilip, yıkılıp yerine yenisi yapılan binalarla beraber bölgedeki yapılaşmanın iki katına çıkabileceği ihtimali de bir gerçek. Kişisel görüşümce, yapılması gereken çoğu gerçekten yıkılmaya yüz tutmuş bu binaların yıkılıp yerlerine belki biraz daha modern, ancak aşağı yukarı aynı görünümlere sahip, aynı yükseklikte, depreme dayanıklı binaların inşa edilmesi, bu süre zarfında kiraya çıkacak olan mahallelinin kira masraflarının belediyeler tarafından ödenmesi ,mevcut yeşil alanların korunup, ilaveten yeni parklar oluşturulması, yeni ağaç fidanları ekilmesi ve İstanbul’un en fazla betona gömülmüş bölgelerinden birisinin göbeğinde yıllardan beri bu denli yeşil ve ferah kalmayı başarmış Tozkoparan’ın bu niteliğinin asla kaybettirilmemesi. 


 
Son yıllarda özellikle Kadıköy ve civarındaki kentsel dönüşümün ne denli olumsuz sonuçlara yol açtığına fazlasıyla şahit olduğumdan çok fazla umudum olmasa da , yine de güzel düşünmeye devam ediyor, gerek halen devam eden komşuluk ilişkileri, gerek yeşil alanlarının bolluğu, gerek İstanbul’un ilk sosyal konut uygulamasına ev sahipliği yapması ve yıllardır fazla bir  değişime uğramayan sosyo-kültürel yapısıyla özel bir mahalle olduğunu düşündüğüm Tozkoparan ve sakinleri için en güzel olanı diliyorum…

Bu arada, Tozkoparan ve kentsel dönüşümle ilgili, Kemal Tuncaelli’nin kaleme aldığı ve çok beğendiğim bir yazıyı da sizlerle paylaşıyorum.

 https://yesilgazete.org/blog/2014/01/22/tozkoparanin-papaganlari-kemal-tuncaelli/