6 Haziran 2022 Pazartesi

Ankara'da Suyun Tarihi

 


Giriş

Yaşamak için en temel ihtiyaçlardan birisi olan su, tüm yerleşim alanları gibi,  kuruluş tarihi M.Ö 8.yy’a dek uzanan Ankara için de büyük önem arz etmiş ve şehri egemenliği altında bulunduran farklı medeniyetler Ankara’ya su sağlamak için çeşitli yöntemler kullanmışlardır. Ankara Su Yolları konusunda, en büyük çalışmayı ise M.Ö 25 yılından itibaren şehri egemenliği altında bulunduran Romalılar gerçekleştirmiştir. Ankara’ya Elmadağ ve Kayaş civarından su getiren Romalılar, o denli muazzam bir sistem kurmuşlardır ki, bu sistem, daha sonradan eklemeler ve tadilatlar yapılarak, Cumhuriyetin ilk 10-15 senesi de dahil olmak üzere 1000 yılı aşkın süre, Ankara’ya su sağlamıştır. 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren barajlar inşa edilmeye başlanmış, Romalıların inşa ettiği su yolu terk edilmiştir. Günümüzde de Ankara’nın suyu, il sınırları içerisindeki birçok farklı barajdan sağlanmaktadır. Şimdi, sizlerle Ankara’da suyun tarihine dair, dönemlere ayırdığım kısa bir özet sunmak istiyorum.   Ancak, bu özeti sunmadan önce, kaynak olarak yararlandığım, büyük emekler sonucu vücut bulmuş, Ankara’nın Mahalle Çeşmeleri adlı eserin yazarı Yavuz İşçen’e ve bu eserin oluşmasında desteğini esirgememiş Anafartalar Kuyumcuları’na teşekkür eder ve onları gönülden tebrik ederim.

Frigler Dönemi

Ankara’da, daha önceki dönemlere ait, Hitit Uygarlığına dair izler bulunsa da yerleşim merkezi olarak ilk kuruluşu, M.Ö 8. ve 7.yy. a, Frigler Dönemiyle ilişkilendirilmektedir.  Yüzyıllarca kent merkezi olarak kabul edilen Ankara Kalesi ve Ulus bölgesinin batısında, Anıtkabir, Bahçelievler, Emek, Atatürk Orman Çiftliği civarında, Friglerden kalan birçok kümülüs bulunmaktadır. Ancak, bu dönemde kentin su ihtiyacının nasıl karşılandığına dair herhangi bir bilgi yoktur. Su, muhtemelen derelerden ve kuyulardan sağlanmıştır.

Roma ve Bizans Dönemi

Ankara’nın su gereksinimini sağlamak konusunda ilk ciddi girişimin M.Ö 25 yılında, şehri egemenliğine alan Romalılar döneminde gerçekleştiği bilinmektedir. Romalılar, Ankara’nın su ihtiyacını karşılamak için birçok çözüm aramışlar ve çareyi, Ankara’nın 45 km kadar doğusunda, bugün, Ankara-Kırıkkale yolu üzerinde bulunan ve Ankara’ya bağlı bir ilçe olan Elmadağ’dan (o zamanki adı Megaba) su getirmekte bulmuşlardır. Küp biçimli blok taşların ortaları 20-30 cm çapında delinip, delikleri aynı hizaya gelecek şekilde yan yana dizilmiş ve Elmadağ’dan Ankara’ya uzanan kilometrelerce uzunlukta bir suyolu inşa edilmiştir. Bu suyolunun çalışma mekanizması kot farkına dayanmaktadır. Elmadağ’daki su kaynakları ortalama 1300 m. den fazla yüksekliğe sahip konumlarda bulunmaktadırlar, o dönemde sadece Ankara Kalesi’nin eteklerindeki mahallelerden oluşan Ankara’nın rakımı ise 900 m. civarıdır. Böylelikle, sular eğim sayesinde, ortası delik blok taşların arasından akarak Ankara’ya kadar ulaştırılmıştır. Ankara’ya ulaşan sular, daha sonra pişmiş topraktan yapılmış künklerle kentin farklı noktalarına dağıtılmıştır.

Daha sonraki yıllarda, Romalılar, Elmadağ Su Hattına ilaveten, yine Elmadağ’dan doğan suları Kayaş yakınlarında birleştirmiş, Kayaş’ın güneyinde, Kıbrıs ve Kusunlar Köylerinde kaya içinde tüneller açmış, yer altında su toplama havzaları oluşturmuşlardır. Ardından, bu suları, Ankara’nın hemen doğusunda, bugün Mamak İlçesine bağlı bir mahalle olan Üreğil’den kaynaklanan Hanımpınarı Suyu ile birleştirmişler ve 10 km lik bir kanalla Ankara’ya kadar getirmişlerdir.  Romalılar Galerisi olarak adlandırılmış bu kanaldan yüzyıllarca faydalanılmıştır. Kente, Cebeci civarından giren ve daha çok Ankara Kalesi civarındaki mahallelere su sağlayan Elmadağ Su Yolu’nun aksine, Ankara’nın ikinci önemli su yolu olan ve Kayaş’tan gelen Hanımpınarı Su Yolunun, kente daha kuzeyden, Dışkapı civarından girdiği ve daha çok, Ulus’tan Dışkapı’ya doğru uzanan Çankırı Caddesi üzerindeki Roma (Caracalla) Hamamının su ihtiyacını karşıladığı bilinmektedir.








Romalıların Kayaş civarında oluşturduğu yeraltı su toplama havzaları zamanla bozulmuş, sular yüzeye çıkmış, fakat bu kez de bu sular, Şahne Pınarı olarak adlandırılan yeni bir su kaynağı oluşturmuştur.

Bunun dışında Romalılar, bugün yer altına alınmış olan,  Ankara Kalesi’nin kuzeyinden akan Hatip Çayının üzerinde su toplamak için bir bent inşa etmişlerdir. 1930’lu yıllara dek bu bentin harabeleri mevcut kalmış, 1935’te yeni bir bent inşa edilmiş, fakat 1957’de yıkılmıştır. Daha sonra ise, derenin üzeri kapatılmıştır. Bentderesi Caddesi ve Bentderesi semtinin adı buradan gelmektedir.

Romalıların inşa ettikleri bu su yolları, 600 yıl kadar bir süre kusursuz biçimde Ankara’ya su taşımıştır. Fakat, şehre Sasaniler tarafından yapılan dış saldırıların yoğunlaştığı 7.yy’da bozulmaya başlamıştır. Aynı dönemde, saldırılardan korunmak için kent, tamamen kale içine çekilmiş ve su ihtiyacı, Bentderesi’ne inen gizli geçitler, kuyular ve sarnıçlar aracılığıyla sağlanmıştır. Aynı dönemde, kaleyi güçlendirmek için,  bozulan su kanallarına ait taşlar ve künklerin bazıları kale surları üzerinde yapı malzemesi olarak kullanılmıştır. Abbasilerin saldırılarının sürdüğü 8.ve 9.yüzyıllarda da yine kale için hapsolmuş kentin su ihtiyacının aynı şekilde sağlandığı düşünülmektedir.


Romalıların Ankara’da 2-3 tane, büyük sanatsal işçilik taşıyan, anıtsal nitelikte çeşmeler yaptırdığı bilinmektedir. Ulus Meydanında yapılan kazılar bu konuda önemli ipuçları vermiştir. Ne var ki bu çeşmeler, günümüze gelememiştir. 



Bu dönemden kalan en büyük su mirası, şüphesiz, Ulus’tan Dışkapı’ya doğru çıkarken görebileceğiniz Roma Hamamı’dır. Roma Su Yollarına ait bazı parçalar da günümüzde, Roma Hamamı’nda sergilenmektedir.


Selçuklu Dönemi

Ankara, 11.yy’da Türklerin egemenliği altına girmiştir. 12.yy’da Selçuklular Dönemiyle birlikte, şehre su sağlayan ve Romalılar tarafından yaptırılmış su yolları onarılmış ve yeniden şehre su sağlamaya başlamıştır. Ayrıca bu dönemde, kimileri bugün de mevcut olan birçok çeşme inşa edilmiştir. Selçuklular, aynı zamanda, Ankara’nın Ayaş İlçesinde hamamlar da yaptırmışlardır.



 

Osmanlı Dönemi

 Daha sonra, Osmanlılar Döneminde de yine, Romalılardan kalma su yolları kullanılmış, fakat ilaveler de gerçekleştirilmiştir. Ancak, su kaynaklarının yetersizliği, su yollarının sık sık arızalanması dolayısıyla, 19.yy Ankara’sında su kıtlığı yaşanmış, özellikle de yüksek rakıma sahip kale bölgesinde ciddi susuzluk sorunu ortaya çıkmıştır. 1859 yılında Ankara’ya gelen Alman gezgin Andreas David Mordtmann, Ankara’dan :« Suyu çok azdır. Kalede su hiç yoktur. Aşağıda, şehirdeki çeşmeler ise yetersizdir. Çamaşırlar, şehrin eteklerindeki akarsularda (Hatip Çayı (Bent Deresi) ve Çubuk Çayı) yıkanmaktadır. » diye bahseder. 1886-1894 yılları arasında Ankara Valiliği yapmış olan Abidin Paşa, Ankara’ya sayısız hizmetlerde bulunmuştur.



Bu hizmetlerinden en önemlileri ise temel ihtiyaç olan su konusunda olmuştur. 1877 yılında, kentin güneyinde, Gölbaşı yolu civarında bulunan ve bugün ODTÜ Kampüsü sınırları içerisindeki Eymir Gölü’nden şehre su getirtmiştir. Bunun dışında, sık sık arızalanan, zamanla tahrip olmuş olan Romalılardan kalma, Elmadağ’dan ve Kayaş’tan (Hanımpınarı Suyu) şehre su taşıyan su yollarını baştan sona tamir ettirmiş ve 1893 yılında, büyük bir ileri görüşlülükle Elmadağ ve Hanımpınarı Sularını, şehre, font (demir) borular aracılığıyla dağıtmıştır. O dönemde, font borular, Avrupa’da bile nadiren, yeni yeni kullanılmaya başlamıştır. Abidin Paşa, büyük bir ileri görüşlülükle,  Sultan 2.Abdülhamid’in de onayıyla, Avrupa’dan trenle bu boruları getirtmiştir. Artık, Elmadağ’dan yenilenen taş künklerle Cebeci’ye kadar ulaşan sular, Cebeci’de bir havuzda toplanacak, font borularla, Ankara Kalesinin cümle kapısı önünde, Atpazarı olarak anılan bölgede, bugüne gelememiş (Ankara Su Tarihi açısından çok büyük bir kayıp) bir makseme, maksemden de şehrin farklı noktalarına dağıtılacaktır.



Aynı sistem, Hanımpınarı Suyu için de uygulanmıştır.


 Böylelikle,  uzun yıllar su sıkıntısı çeken yüksek rakımdaki Kale bölgesi de dahil olmak üzere, şehrin her bölgesine, Osmanlı Döneminde yaptırılan 10’larca çeşmeye ve hamama su akması sağlanmıştır.










Cumhuriyet Dönemi

Cumhuriyetin ilanının ardından, 1924 tarihli bir haritada, Ankara’ya suyun doğu yönünden üç kol halinde girdiği görülmektedir. Bu sular kuzeyden güneye doğru Elmadağ Suyu, Öksüzce Suyu ve Hanımpınarı Suyudur.


Ankara’nın doğusunda Elmadağ’dan doğan ve Beypınar, Kocapınar, Kırkpınar, Özlüpınar, Zindankaya, Kehrizpınar ve Kıbrıs Yaylası Pınarı gibi birçok farklı kaynaktan oluşan Elmadağ Suyunun, 1000 yılı aşkın süredir, Romalılar döneminden beri kente su sağladığı bilinmektedir.

Hanımpınarı Suyu ise, yine Romalılar döneminde, Elmadağ Suyuna ilaveten, kentin doğusundan, Mamak ile Kayaş arasındaki Üreğil’den getirilmiştir.

Ankara’nın en makbul suyu olarak nitelendirilen Öksüzce Suyu ise, şehrin içinde, Cebeci civarındaki bir kaynaktan doğmaktadır. Osmanlı Döneminde, bugün de mevcut olan Öksüzce Çeşmesi’nden akıtılmıştır.



Cumhuriyet Döneminde de, ilk 13 yıl tamamen Romalıların yaptığı, Osmanlıların geliştirdiği ve ilave hatlar oluşturduğu, nerdeyse 1100 yıllık su yolu kullanılmıştır. Fakat, Ankara’nın başkent olduktan sonra giderek büyümesi ve kalabalıklaşması, Cumhuriyete kadar Sıhhiye-Hacettepe hattının kuzeyinde, Ankara Kalesi, kale civarındaki mahalleler ve Ulus’tan, kısaca sadece bugünkü Altındağ İlçesinin küçük bir bölümünden ibaret olan şehir merkezinin güneye doğru genişlemesi, Kızılay, Kavaklıdere, Esat, Çankaya gibi yerleşimlerin oluşmasıyla, zaten iyicene eskimiş olan bu su yolu artık kullanılamaz ve ihtiyacı karşılamaz hale gelmiştir.

Bunun üzerine, 1930 yılında, Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle, kentin kuzeyinde, Çubuk Çayı üzerinde Çubuk Barajının inşaatına başlanır ve baraj, 1936 yılında hizmete girer.  Geçtiğimiz aylarda, yeniden hayata döndürülen Çubuk Barajı, aynı zamanda, Cumhuriyet Türkiyesi’nin de ilk barajıdır.



Çubuk Barajını, 1964 yılında Çubuk-2 (Çubuk Çayı üzerinde), 1965 yılında Bayındır (Bayındır Deresi üzerinde), 1967 yılında Kurtboğazı (Kurtboğazı Çayı üerinde), 1985 yılında Çamlıdere Barajı (Bayındır Deresi üzerinde), 1992 yılında Eğrekkaya Barajı (Hamam Çayı ve Salın Çayı üzerinde),  1996 yılında Akyar Barajı (Bulak Çayı üzerinde), 2007 yılında Kavşakkaya Barajı (Ova Çayı üzerinde) takip eder.

İçme suyu sağlamak amacıyla kullanılan bu barajlara ilaveten, sulama suyu sağlayan Asartepe Barajı (İlhan Çayı üzerinde) ve elektrik enerjisi üreten Kesikköprü (Kızılırmak üzerinde) ve Sarıyar Barajları da (Sakarya Nehri üzerinde) Ankara’nın belli başlı barajlarıdır.

Günümüzde, Ankara’nın içme suyunun tamamı Çubuk , Kurtboğazı, Çamlıdere, Eğrekkaya, Akyar ve Kavşakkaya Barajlarından sağlanmaktadır.

Sonuç

Bir zamanlar 100’ün üzerinde çeşmenin bulunduğu Ankara İl Merkezinde, günümüze gelebilmiş, 40’ın üzerinde tarihî çeşme (çoğunluğu Keçiören civarındaki eski bağ evlerinin çeşmeleri de dahil), biri Roma, üçü Osmanlı Dönemine ait olmak üzere dört adet hamam ve bir adet su terazi bulunmaktadır.

Bizlere miras kalmış, hepimize ait bu değerli eserlerin hak ettiği ilgiyi ve değeri görmesi ve daha yüzyıllarca korunması ve var olmaları dileğiyle. Bu eserler, nelere tanıklık etti, neleri gördü… Onlarla yolları kesişen insanların çoğu şu an bu dünyada değiller. Bir gün gelecek, bizler de olmayacağız, ama eğer değerlerini bilirsek, zamanın sessiz tanıkları bu değerli eserler asırlarca varlıklarını sürdürecekler…

Kaynakça: Osmanlı Döneminde Ankara'nın Mahalle Çeşmeleri, İbrahim Yavuz İşçen, Cadde Anafartalar Kuyumcuları Yayınları, 2019)

 

1 Mayıs 2021 Cumartesi

Bostancı Sahilindeki 500 Yıllık Manastır, Madam Tamara veya Huguenin Köşkü



Bostancı Sahilindeki 500 Yıllık Manastır, Madam Tamara veya Huguenin Köşkü




Kadıköy’ün Maltepe, Kartal, Pendik, Tuzla gibi, İstanbul’un doğu ilçelerine ve Anadolu’ya açılan sınır semti Bostancı’nın sahil kesiminde, Bostan Tüccarı, Yazmacı Tahir ve Kasadar Sokakların çevrelediği, 13 dönümlük arsa, yaklaşık 500 yıllık bir manastır, 118 yaşında bir köşk, yemyeşil, geniş bir bahçe ve tarihi açıdan çok büyük bir değer taşımasa da, Anadolu yakası sahillerindeki semtlerin, bir zamanlar yazlık birer sayfiye semti olduğunu bize hatırlatan, 50-60 yıllık bir yazlık pansiyon kalıntısı saklar.



Bu alandaki en eski yapı olan, arsanın doğu kısmında, Kasadar Sokak’a bakan cephesinde bulunan manastır, 16.yy’da inşa edilmiş olup, Cizvit papazlarına aittir. Manastırın geçmişi, yapılış öyküsüyle ilgili, ne yazık ki elimizde neredeyse hiçbir bilgi yok.


Ancak, bu manastırdan, çok daha uzun yıllar önce, 9.yy’da, yine bu civarda, bir tanesi, Bostancı’nın biraz açığında, Bostancı ile Kınalıada arasında, 1010 yılındaki büyük depremde, sular altında kalarak batan Vordonisi Adası üzerinde, Keşiş Photios tarafından,



diğeri ise yine aynı dönemde, Patrik Ignatios tarafından, Küçükyalı’da yaptırılan Satyros Manastırı olmak üzere iki tane manastır daha olduğunu biliyoruz.




Bugün, bu iki manastırın ilkinin kalıntıları, Vordonisi Adası’ndan geriye kalan kayalıkların dibinde, denizin altında varlığını sürdürmekte, ikincisine ait kalıntılar ise Küçükyalı Arkeoloji Parkı’nda görülebilmektedir.


Bostancı’da, 16.yy’da Cizvit papazlarının yaptırdığı bu manastır ise, bir süre sonra kullanılmaz olmuş, zamana yenik düşmüş ve harabe halini almıştır. 


1903 yılına gelindiğinde, o dönemde, Ermeni bir ailenin mülkiyetinde bulunan manastırı ve 13 dönümlük arsasını, Haydarpaşa Garı’nda, ilk önce direktör muavini, sonra direktör olan, Alman Edouard Huguenin satın alır ve     


 arsanın güneybatı kesimine, o yıllarda, Kadıköy’e su sağlanmadığından, susuzluğa karşı bir sarnıç, sarnıcın üzerine ise, Alman mimarisinin izlerini taşıyan, bodrum katıyla beraber üç katlı, kâgir bir köşk yaptırır. Ailesiyle birlikte, 1.Dünya Savaşının sürdüğü 1917 yılına dek, 14 yıl boyunca, bu köşkte yaşar.


Huguenin, 1917 yılında, Almanya’ya dönerken, köşkü ve arsasını, Gürcistan’dan Türkiye’ye göç etmiş Gürcü bir aileye satar. Aile, ilk iş olarak, harap vaziyetteki manastırı tamir ettirip, manastırı, yaşanılabilir bir konut haline getirir ve köşk yerine burada yaşamayı tercih eder.   



Ailenin erkeğinin ismi Borkar, eşinin ise Tamara’dır. Madam Tamara, çok zarif ve kibar bir kadındır, Rusya’dayken prenses olduğuna dair söylentiler vardır, çevresince çok sevilir ve bu sebepten olacak ki, yaşadıkları bu manastır ve köşk, bir süre sonra ‘’Madam Tamara Köşkü’’ olarak anılmaya başlar. Borkar ve Tamara çiftinin kızları Eteri, güzelliğiyle, o yıllarda tüm Kadıköy’de nam salmıştır ve çok canlar yaktığı söylenmektedir. Borkar Bey’in ölümünün ardından, arsanın bir kısmı satılır. Bostan Tüccarı Sokak ile Yazmacı Tahir Sokak’ın köşesine denk düşen bu alanda, yazlık bir otel inşa edilir. 


1960’lı ve 70’li yıllar boyunca, oldukça ilgi gören, denize neredeyse sıfır konumdaki bu otel, Sahil Yolunun yapılıp, denizden uzaklaşması, Kadıköy’ün ünlü plajlarının kirliliğe yenik düşmesi ve Marmara kıyısındaki, Caddebostan, Suadiye, Bostancı gibi eski yazlık semtlerin, bu özelliklerini kaybedip, artık tamamen, yaz kış oturulan birer semte dönüşmesi gibi etkenlerle, 1980’li yıllardan itibaren giderek daha az misafir çeker, nihayetinde kapanır ve kaderine terk edilir.



Manastır, köşk ve geriye kalan arsa ise, Madam Tamara’nın da vefat etmesinin ardından, Bayan Eteri tarafından, Karadenizli, fındık tüccarı bir aileye satılır. Şu anda, mülkiyeti halen bu aileye aittir. Ne var ki, köşk de, manastır da, bakımsızlıktan harabeye dönmüştür. Bir yerde artık hepimize ait, gerçek bir kültürel miras olan manastır ve köşkün, bugün bu halde olması gerçekten üzücü. Umarım, bir an önce, kendiliğinden çöküp, yıkılmadan, aslına uygun bir biçimde restore edilir.

Bu manastır ve köşkün geçmişi ve günümüzdeki önemiyle ilgili, İHA tarafından benimle yapılan, 2 Nisan 2021 tarihli kısa bir röportajı bu linke tıklayarak izleyebilirsiniz:

https://www.youtube.com/watch?v=4JcDWL7makI

 Faydalandığım kaynak: Kapalı Hayat Kutusu: Kadıköy Konakları (Dr. Müfid Ekdal, YKY, 2005)

Not: Köşkün arsasının havadan çekilmiş fotoğrafı IHA'ya, Küçükyalı'da Arkeoloji Park'a ait iki fotoğraf Erkmen Senan'a, diğer tüm fotoğraflar bana aittir.

8 Ekim 2019 Salı

İstanbul'u Kana Bulayan Bir Aşk Öyküsü ya da 1959 Sirkeci Faciası



Epey zaman öne haberdar olduğum, çok ilgimi çeken , ancak her nedense bir türlü kaleme alma fırsatımın olmadığı, üzerindeki sır perdesini 30 yılı aşkın bir süre korumuş, bir dönem İstanbul, hatta Türkiye gündemini en fazla meşgul eden çok acı bir olayın, gerçek bir facianın öyküsünü paylaşacağım şimdi sizlerle.
Mekanımız yine İstanbul, hatta İstanbul’un tabiri caizse tam anlamıyla göbeği, en işlek, en merkezi ve en eski semtlerinden birisi; Sirkeci. Bu kez Osmanlı Dönemi’ne dek uzanmayacağız, nispeten daha yakın bir tarihte, Cumhuriyet dönemindeyiz, yıl ise 1959…
Sirkeci, o yıllarda da şimdi olduğu gibi İstanbul’un gündüz nüfusu en yüksek, birçok önemli güzergahın üzerinde bulunan, birçok önemli iş yerinin bulunduğu, şehrin ticari anlamda kalbinin attığı çok merkezi bir semttir. Hatta, o yıllarda Sirkeci’nin bugünkünden çok daha canlı, İstanbul’un şimdiye nazaran çok daha ön planda olan bir semti olduğunu söyleyebiliriz.
6 Ocak 1959 Salı günü de Sirkeci’de sıradan bir iş günü gibi başlar. Esnaflar, dükkanlarını açmışlar, sabah çaylarını yudumlamakta, üniversiteliler çevredeki kitapçılardan alışveriş yapmakta ya da okullarına yetişmeye çalışmakta, kimi mutlu, kimi mutsuz 1000’lerce insan akıllarında türlü düşüncelerle, hayat gailesi içerisinde kalabalık Sirkeci sokaklarında oradan oraya koşuşturmaktadır. Ne var ki, saatler tam 10:23’ü gösterdiğinde korkunç bir patlama sesiyle Sirkeci’de yer yerinden oynar. İstanbul’un, top sesleriyle titrediği 1453 yılındaki fetih gününden 1959’a uzanan 500 yılı aşkın süre boyunca bu denli güçlü bir patlama sesine şahit olmadığını dile getirecektir birçok kimse… Kimse ne olduğunu tam olarak anlayamamıştır, ansızın korkunç bir gürültüyle bir patlama gerçekleşmiş, birçok bina yerle bir olmuş, 100 ‘ün üzerinde insan çöken binaların altında kalmıştır. Sirkeci, bir savaş alanına dönmüş, her tarafa parçalanmış bedenler saçılmıştır. Çığlıklar ve acı dolu inleme sesleri bir birine karışmaktadır.

Korkunç patlamanın sonucu İstanbul’un en ünlü ve en eski otellerinden Meserret Oteli büyük hasar görmüş, Viyana Oteli, önemli iş hanlarından Neyyir Han, Tan Matbaası, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin kitaplarını aldıkları Üniversite Kitabevi ve daha birçok bina, han ve dükkan tamamen yıkılmış ya da kullanılamayacak hale gelmiştir. Olay esnasında, oradan geçmekte olan 28 no’lu Fatih-Beşiktaş Otobüsünün üzerine bir bina devrilmiş, otobüs enkaz altında kalmıştır. Olayın ardından, ambulanslar Sirkeci’ye ulaşmışlar ve yaralıları hastaneye yetiştirmeye, enkaz altındaki insanlara ulaşmaya çalışmışlardır. Birkaç gün içerisinde açıklanan bilanço korkunçtur, 50’den fazla insan hayatını kaybetmiş, 100’lerce insan yaralanmış ve o dönemin parasıyla 10 milyonluk bir zarar oluşmuştur.  Dönemin cumhurbaşkanı Adnan Menderes ve eski cumhurbaşkanı Celal Bayar, olay yerini ziyaret etmiş, acılı aileleri teselli etmeye çalışmışlar, 7 ocak 1959 günü TBMM’de İstanbul’da hayatlarını kaybedenler için saygı duruşu yapılmıştır. O sırada bir konser için İstanbul’da bulunan dünyaca ünlü şarkıcı ve dansçı Josephine Baker, patlamada ebeveynlerini kaybeden çocuklardan birisini evlat edinmek ve kazada hayatlarını kaybedenlerin ailelerine 1000’er lira yardım etmek ister,
ancak bürokratik sebeplerden ötürü bu gerçekleşemez.
Korkunç facianın hemen ardından polis olay yerinde incelemelere başlar ve patlamanın sebebini tespit etmeye çalışır. İlk başlarda, bomba ihtimali üzerinde durulur. Ancak, ertesi gün çevrede dinamit lokumları bulunmasının ardından patlamanın dinamit kaynaklı olduğu ve patlamaya neden olan 300 kg kadar dinamitin, patlamanın gerçekleştiği Ankara Caddesi ile Ebussuud Caddesi’nin köşesindeki Neyyir Han’da istiflenmiş olduğu saptanır. Dinamitler, bu iş hanında bulunan Kumla Maden LTD ŞTİ’ne aittir ve bir ay kadar önce iş hanına getirilerek, daha sonra Bursa Gemlik’te maden çıkartmak için kullanılmak üzere, hanın deposunda istiflenmiştir.

Patlamanın kaynağı bir gün kadar kısa bir sürede anlaşılmıştır. Fakat, patlamaya neyin sebep olduğu bir türlü çözülemese de tüm uzmanların hemfikir oldukları tek bir nokta vardır, o da bu dinamitlerin hiçbir şekilde kendiliğinden patlayamayacakları, ancak kasıtlı bir şekilde patlatılmış olduklarıdır. Bunun üzerine polis, Kumlu Maden LTD Şirketinin sahibi Mustafa Atik’e ulaşmaya çalışır. Ne var ki, Atik olay gününün ardından karısı ve çocuklarıyla birlikte yaşadığı Beşiktaş’taki evine hiç uğramamıştır ve ailesi onun hayatını kaybetmiş olmasından şüphelenmektedir. Nitekim, iki gün sonra Atik’in parçalanmış ve tanınmayacak haldeki cansız bedeni enkazın altından çıkartılır.
Şirketin genel müdürü ve hissedarı olan ve olay anında İzmir’de bulunan Hasan Fehmi Moralı’nın ifadesine başvurulur. Moralı da, dinamitlerin neden patladığı hakkında bilgi sahibi olmadığını, ancak mutlaka bir kasıt olduğunu, bu dinamitlerin hiçbir nedenle kendiliğinden patlayamayacaklarını belirtir.
Aynı günlerde, enkaz altından çıkartılan cesetlerin kimlik saptaması yapılmaya devam etmektedir. Bir anda, olayın seyrini değiştiren bir gelişme yaşanır. Şirketin sahibi Mustafa Atik ile birlikte aynı enkazın altında, yan yana bulunan iki cansız kadın bedeninden bir tanesi, hali hazırda şirkette katip olarak çalışan Tahsin Bal’ın ablası Feriha Bal’a, diğeri ise annesi Saime Bal’a aittir. Feriha Bal da bir süre, bu şirkette sekreter olarak çalışmış, daha sonra ayrılmış ve yerine tavsiyesi üzerine erkek kardeşi Tahsin Bal alınmıştır. Polis, yaptığı soruşturma kapsamında Feriha Bal’ın çalıştığı dönemde şirketin sahibi Mustafa Atik ile metres hayatı yaşadığı, ilişkileri başladıktan sonra şirketten ayrıldığı ve ilişkilerinin halen devam ettiği bilgisine ulaşır.
Feriha Bal’ın annesiyle birlikte kiracı olarak yaşadığı Sultanahmet, Su terazisi Sokak’taki evin sahibi de, Bal’ın yakın çevresi de bu ilişkiyi doğrulamaktadır. Hatta, Feriha’nın son aylarda sevgilisi Mustafa Atik’e karısından boşanıp, kendisiyle evlenmesi için baskı yaptığı, Atik’in ise ne Feriha’dan vazgeçmek, ne de karısından boşanmak niyetinde olmadığı, bu sebepten sık sık tartıştıkları, bu şiddetli tartışmalara çoğu kez Feriha Bal’ın annesi Saime Bal’ın da müdahil olduğu bilgisine ulaşılır. Polis ve gazeteciler Mustafa Atik’in eşi Melek Atik ile konuşmak ister ancak Atik,
‘’Zaten acılarının kendilerine yettiğini, konuyla ilgili hiçbir bilgisinin olmadığını’’ dile getirir.
Giderek magazinsel bir hal almaya başlayan ve aylarca İstanbul Gündeminden düşmeyen bu facianın kuşku uyandıran ve merakları üzerine çeken bir başka ismi ise patlama esnasında, iş yerinden 10-15 dakikalık bir mesafede bulunan ve olaydan hiç yara almadan kurtulan Feriha Bal’ın erkek kardeşi ve şirketin katibi 23 yaşındaki Tahsin Bal’dır. Aslında, ilk günlerden beri Tahsin, şüpheliler listesinin başlarında yer almaktadır. Patlama esnasında annesi ve ablasının iş hanında bulunduklarını bildiği halde, hastanelere ve polise başvurmayıp, akşam gayet sakin bir şekilde evine dönen, annesi ve ablasının cenazesinde hayli soğukkanlı davranan ve fotoğraflarını çekmek isteyen gazetecilere yüzünü saklamaya çalışan Tahsin Bal, birçok kez polis tarafından sorgulanmış, göz altında tutulmuş ancak hiçbir somut delil olmamasından dolayı serbest bırakılmıştır.
Ayrıca Tahsin Bal, polise verdiği ifadesinde ‘’Değil insan öldürmek, hayatı boyunca tavuk bile kesmediğini, aynı anda hem annesini, hem de ablasını kaybetmenin acısı bir yana, işini de kaybettiğini, maddi ve manevi zarar içerisinde olduğunu’’ söylemiştir. Olay tam olarak aydınlanamamıştır, ancak birçok kimse dinamitleri hararetli bir tartışma esnasında şirketin sahibi Mustafa Atik’in ya da kızgın sevgilisi Feriha Bal’ın patlattığını düşünmektedir.
Aradan günler, aylar, yıllar geçer ve bu korkunç facia da zaman içerisinde gündemden düşer ve unutulur. Ölenler ölmüş, sevdiklerini, ailelerini kaybedenler yaralarını sarmaya, acılarını dindirmeye çalışarak, bir şekilde sürüp giden hayata tutunmaya çalışmışlar ve Sirkeci Faciası da birçok acı olay gibi ardından giderek silikleşen bir iz bırakarak tarihin karanlık sayfalarına gömülür…
Taa ki, 1990’lı yılların başında bir gün Tahsin Bal, olayın üzerinden 30 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra ortaya çıkıp şu açıklamayı yapana kadar: ‘’Bu vicdan azabıyla ölmek istemiyorum. Ablam Feriha’nın evli olan patronuyla gönül ilişkisi vardı. Annem de bu ilişkiye göz yumuyor, Feriha ile birlikte patronuma karısından boşanıp, onunla evlenmesi için baskı yapıyordu. Olay günü de ikisi birlikte patronumla konuşmaya geldiler. Onlar gelince, patronum beni postaneye, telgraf atmam için gönderdi. Canıma tak etmişti. Aşağıya indim, ilk önce dinamitlerin üzerlerini çöplerle iyicene örttüm, bu şekilde ateşin çöplerden dinamitlere kadar ulaşacağı süre zarfında olay yerinden uzaklaşacaktım. Nitekim, öyle de oldu. Kibriti çakıp çöplerin üzerine attım ve oradan uzaklaştım, 10 dakika kadar sonra korkunç patlama sesini duydum. Amacım sadece annemi, ablamı ve patronumu cezalandırmaktı. 10’larca insanın ölümüne sebep olduğum için yıllardır vicdan azabıyla yaşıyorum ve kendimi affetmiyorum.’’
Ne var ki olayın üzerinden 30 seneden fazla zaman geçtiği için hukuken, suç müruruzamana (zaman aşımı) uğramıştır ve Tahsin Bal hiçbir ceza almaz.
Faydalandığım kaynaklar: Milliyet Gazete Arşivi, http://lcivelekoglu.blogspot.com/,  Sözcü Gazetesi Can Mumay, Takvim Gazetesi Tayfun Er.

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Gözcülerin tepesi; Göztepe ve İmanlarından şüphe edilmeyenlerin köyü Merdivenköy


Göztepe ve Merdivenköy, İstanbul’un Anadolu Yakasında, Kadıköy İlçesine bağlı, birbirlerine komşu iki mahalledir. Göztepe, Merdivenköy’e nazaran çok daha geniş bir alana yayılmıştır ve Çamlıca’nın eteklerinde kurulu, bir zamanlar kaynak sularıyla ünlü Libadiye’den neredeyse Marmara Denizi'ne kadar uzanır.  Hatta, kuzeyde E-5 Karayolunun yukarısında bulunan küçük bir kısmı Kadıköy’e sığmayıp Üsküdar ve Ataşehir ‘e taşar.
Bu iki semtin tarihleri Bizans Dönemine dek uzanır. Çamlıca Tepesi ve Kayış Dağı gibi Anadolu Yakasının önemli yükseltilerine yakın bir noktada ve çevresine göre kendisi de yüksek sayılabilecek bir rakımda yer alan Göztepe’de, o yıllarda bir yerleşim olmasa da bir kadınlar manastırı olduğu bilinmektedir. Bizans Döneminde Aya Mamanos ( Kutsal anneler) olarak bilinen bugünkü Merdivenköy’de ise İmparator 3.Andronikos’a ait bir av köşkü vardır. 14.yy’ın başından itibaren , Osmanlı İmparatorluğu sınırlarını giderek İstanbul’a yakınlaştırmaktadır. Kocaeli Yarımadası’nın büyük bir kısmı Türklerin eline geçmiş, 1328’de, bugün sırasıyla Sultanbeyli ve Sancaktepe Sınırları içerisinde kalan Aydos ve Samandıra Kaleleri, 1329 yılında Maltepe ve civarı, 1331’de İçerenköy, 1352’de Üsküdar, 1353 yılında ise Kadıköy fethedilecektir. Bugünkü Göztepe ve Merdivenköy Semtlerinin Osmanlıyla tanışması ise Maltepe (Pelekanon) Savaşının gerçekleştiği 1329 yılına denk düşer. Bu savaştan yenik ayrılan Bizans İmparatoru 3.Andronikos, bir barış antlaşması imzalamak için Osmanlı Padişahı Orhan Gazi ile Göztepe’deki av köşkünde bir araya gelir. Orhan Gazi, barış şartı olarak bu köşkün kendilerine verilmesini ve buraya bir tekke yapılmasını koşar. 3.Andronikos, bu teklifi kabul eder ve bu av köşkünün yerine bir Ahi Tekkesi inşa edilir. Bizans Döneminde av köşkü, 1329’dan sonra ise tekke olarak kullanılan bu yapı bugün Göztepe ile Merdivenköy arasında bulunan Şahkulu Sultan Dergahı’dır.
Tekkeye, ’savaşcı derviş’ anlamına gelen ‘alperen’ olarak da anılan dervişler yerleştirilir. Bu dervişlerin en önemli görevleri, konumca yüksek olan bu bölgeden, halen Bizans egemenliği altında olan İstanbul’u izlemektir. Bu dervişlere Gözcü Babalar, gözetlemenin yapıldığı ve tekkenin bulunduğu bu tepe ve civarına ise Göztepe denilmeye başlanır.  Ne var ki, 1402 yılında Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda Moğol Hükümdarı Timur’a yenilmesinin ardından ortaya çıkan buhran döneminden istifade eden Bizans İmparatorluğu, bölgede kontrolü yeniden ele alır, tekkeyi kapatır ve tüm dervişleri öldürür. Gözcü Baba, Mah Baba ve Gül Baba gibi, ne yazık ki İstanbul’un fethini göremeden şehit edilen bu dervişler tekkenin civarına defnedilirler.


Bugün Gözcü Baba’nın ve birkaç dervişin kabri, Göztepe’nin Gözcübaba olarak anılan bölgesinde, Hızır Reis Sokak’ta yer alır. Servi ağaçlarıyla çevrili ve çok küçük bir bostanın da bulunduğu Gözcü Baba Türbesi, insanın ruhuna huzur veren, Kadıköy’ün manevi havasını en fazla hissedebileceğiniz köşelerinden birisidir.



Mah Baba ve Gül Baba ise Gözcü Baba’ya nazaran tekkeye biraz daha yakın bir noktaya defnedilmişlerdir.





Göztepe’nin yeniden Osmanlı kontrolüne geçmesiyle birlikte tekke, bu kez bir Bektaşi tekkesi olarak yeniden faal olur ve günümüze kadar ulaşır. Şahkulu Sultan Dergahı adındaki bu dergah, günümüzde de halen Alevi-Bektaşi Kültürünün yaşatıldığı önemli bir merkezdir.



ve aynı zamanda da iki adet çeşme



ve iki adet su terazisi olmak üzere tarihi su yapılarına da ev sahipliği yapmaktadır.





Merdivenköy’de yerleşimin başlaması da bu tekkeyle ilişkilidir. Tekkeye sık sık giden Bektaşiler, 15.yydan itibaren tekkenin civarına yerleşmeye başlarlar ve böylelikle tekkenin çevresinde küçük bir köy kurulur. Halkının daha çok mandıracılıkla uğraştığı, sarayın süt ürünlerinin bir bölümünü karşıladığı bu köyün Osmanlı Dönemindeki ilk ismi Mandıra Köyü olur. Mandıralar, sadece Merdivenköy’de değil, bu köyün batı komşusu Fikirtepe’de de mevcuttur. Günümüzde de, o yılların bir hatırası olarak Fikirtepe’nin ana caddesinin ismi Mandıradır. Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan 16.yy ortalarında Mandıra Köyü’nde, yani bugünkü Merdivenköy’de bir cami yaptırır.

Bu cami, günümüzde de mevcuttur, ancak sadece minaresi orijinal olarak bugüne gelebilmiştir.



16.yy ortalarında eski Aya Mamanos, o dönemki adıyla Mandıra Köyü; Camisi, tekkesi, şeyhleri ve dervişleriyle İstanbul’un Anadolu yakasının önemli bir dini merkezi haline gelmiştir. Artık, bu köye Mandıra Köyü yerine Merd-i iman Köy (İmanından şüphe edilmeyenlerin köyü) denilmeye başlanır. ‘Merdiimanköy ‘kelimesi, zamanla halk arasında Merdivenköy’e dönüşür ve artık mahallenin ismi Merdivenköy olur. Günümüzde Merdivenköy, her ne kadar özellikle de son 10 yıl zarfında dört bir yanı çok katlı betonarme binalarla doldurulsa da, halen daha köy olduğu eski günlerinden kalma bahçe içerisinde, bir ya da iki katlı evlere, sevimli bahçelere ev sahipliği yapar.






 Geçirdiği tüm değişime rağmen, Kadıköy’ün köy havasını en fazla soluyabileceğiniz mahallesi yine de Merdivenköy’dür ve camisi, dergahı, mezarlığı, çeşmeleri ve su terazileriyle geçmişin tarihi ve manevi dokusunu hissedebileceğiniz özel bir semttir.




Adını Gözcü erenlerin Bizans’ı gözetledikleri tepeden alan Göztepe’ye dönecek olursak, bugün Merdivenköy’den kat ve kat daha büyük, daha fazla tanınan bir semt olsa da yerleşim tarihinin Merdivenköy’den çok daha yeni olduğunu söyleyebiliriz. Göztepe Semtinin kurulu olduğu, gözetleme tepesinden Marmara Denizi’ne kadar inen yamaçlarda yerleşim 1870’li yıllarda başlar. Osmanlı-Rus Savaşının ardından, Balkanlardan gelen birkaç muhacir aile Göztepe’ye yerleşirler. Aynı yıllarda, Haydarpaşa-İzmit Demiryolu üzerinde Göztepe İstasyonunun inşa edilmesiyle istasyon civarı giderek gelişir ve kısa sürede burada bir yerleşim dokusu meydana gelir.


1899 Yılında Tütüncü Mehmet Efendi tren istasyonunun yanı başında bir cami yaptırır.




Günümüze gelebilmiş olan bu cami ve tren istasyonun olduğu bölge, Göztepe’deki ilk yerleşimin başladığı bölgedir ve günümüzde de semtin ana çekirdeğini oluşturmaktadır.



19.yy sonlarından itibaren birçok köşkün de inşa edilmeye başladığı Göztepe, 20.yy’ın ortalarına dek, göz alıcı güzellikteki köşkleri, bahçeleri, uçsuz bucaksız kırları ile İstanbullular’ın rağbet ettiği, havadar bir semttir.

(1932 tarihli bu fotoğraftaki kişiler rahmetli anneaanem Mualla Doğan ve kız kardeşi (büyük teyzem) Melek Oskay'dır. Fotoğrafın arkasında Göztepe'de çekildiği yazıyor, ancak takdir edersiniz ki bugün nereye denk düştüğünü bulabilmek imkansız gibi bir şey.) 

Köşklerin özellikle Göztepe’de yapılmasının bir nedeni, Kadıköy’ün diğer semtlerine göre daha yüksek bir konumda bulunan bu bölgenin müthiş bir manzara sunmasıdır.




Üstelik, bu manzaranın temel öğesi olan Marmara Denizi, hiç de uzakta değil, yürüme mesafesindedir. Göztepe, 1960’lardan itibaren ahşap evlerini, bahçelerini betona, çok katlı apartmanlara teslim etmeye başlamış olsa bile, halen daha İstanbul geneline göre çok daha fazla yeşilliğe sahip olan sokakları,

köşkleri, suyu halen akan Kayışdağı Çeşmesi



ve birisi semtin güneyinde, denize yakın bir noktada bulunan Göztepe Parkı, diğeri semtin batısında hayli geniş bir alana yayılmış olan Özgürlük Parkı olmak üzere barındırdığı parklarıyla halen daha çok tercih edilen, ismi duyulduğunda İstanbullularda hoş bir çağrışım yapan bir semttir.



Dilerseniz bu yazıyı sözleri Hüseyin Mayadağ’a, bestesi ise Teoman Alpay’a ait, bir zamanların Göztepesini tüm güzelliğiyle ruhumuza zerk eden Dün Göztepe adındaki bu güzel eserle sonlandırayım.
https://www.youtube.com/watch?v=CMR3oNXsCp4