11 Aralık 2018 Salı

Galata Surları'nın izinde...


Bir zamanlar, tıpkı İstanbul’un en eski yerleşim alanı olan ve kentin çekirdeğini oluşturan, Tarihi yarımada ya da Suriçi olarak anılan bölge gibi, Galata Bölgesi de surlarla çevriliydi. Tarihi yarımadayı çevreleyen, kara surları, Marmara Surları ve Haliç Surları olmak üzere üç ayrı bölümde inceleyebileceğimiz ve Bizanslılar tarafından inşa edilmiş olan İstanbul Surları kadar geniş bir alana yayılmasalar da, 14 yy.da,; 1303-1352 yılları arasında Cenevizliler tarafından inşa edilen bu surlar Haliç Kıyısında Azapkapı’dan başlayıp, kuzeydoğuya doğru yönelerek Galata Kulesi’ne tırmanmakta, daha sonra güneydoğuya doğru inerek Tophane civarından yeniden denize kavuşmakta ve bir üçgen biçiminde bütün Galata Bölgesini kuşatmaktaydılar. Bugünün Karaköy, Perşembe pazarı, Kuledibi Semtlerinin tamamı ile Azapkapı, Şişhane ve Tophane ‘Semtlerinin bir bölümü Galata Surlarının çevrelediği alanın içerisinde kalıyordu.

Bu noktada, dilerseniz çok kısa bir şekilde bu surların yapılış öyküsüne dönelim. M.S 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından bugünkü İtalya topraklarında uzun yüzyıllar boyunca siyasi bir birlik sağlanamaz ve bunun sonucu olarak şehir devletleri ortaya çıkar. Kurulan bu şehir devletleri arasında, tarih sahnesinde en fazla rol alanlar Cenevreliler tarafından kurulan Ceneviz Cumhuriyeti ve Venedik Cumhuriyetidir. Özellikle denizcilik ve ticaret konusunda oldukça ileri olan bu iki şehir devletinin de uzun yıllar boyunca, yeryüzünün en stratejik noktalarından birisinde yer alan büyük bir liman kenti olan İstanbul ile ilişkileri olmuştur. Özellikle 1204 yılında, Latinlerin o dönem Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’u istila ettikleri sırada Bizanslıların yanında yer alan ve 1264’te ikinci Latin İstilasının ardından, Bizans Prenslerinin İstanbul’u yeniden almalarında önemli rol oynayan Cenevizliler, Bizanslılar tarafından ödüllendirilmiş ve Galata Bölgesinde bir koloni kurmalarına izin verilmiştir. 14 yy. başlarında, Cenevizliler kendilerini Venedikliler ve Latinlerden korumak amacıyla bulundukları bölgenin etrafını surlarla çevirdiler. Kalınlığı 2m., toplam uzunluğu 2800 m. olan bu surların üzerinde Azapkapı, Tophane Kapısı, Kireç Kapısı, Karaköy Kapısı, Yanıkkapı, Kürkçü Kapısı, Vovyoda Kapısı, Kuledibi Kapısı gibi birçok kapı, Galata Hisarı adında bir hisar (bugün Karaköy Yeraltı Camii’nin olduğu bölgede) ve gözcü kuleleri yer almaktaydı. Surları bir üçgen biçiminde düşünecek olursak, Galata Kulesi bu üçgenin iki kenarının birleştiği tepe noktasıydı ve surlara bitişikti. Tıpkı İstanbul Surları gibi, Galata Surlarının da kara kısmında hendekler bulunmaktaydı. Bugün Galata bölgesindeki Lüleci Hendek, Küçükhendek, Büyükhendek gibi sokak isimleri bu hendeklerden bugüne kalan tek izlerdir.

Tarihi yarımadanın karşısında, Haliç’in diğer yakasında, Pera’nın (Beyoğlu) eteklerinde Galata’da yaşayan Cenevizler, 1453 senesinde İstanbul’un fethi esnasında tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin de, Bizans Devleti gibi kendilerine özerklik tanıyacaklarını ve Galata’da kurdukları koloniyi devam ettireceklerini ummaktaydılar, ancak ne var ki, İstanbul’un tam karşısında Hristiyan devletlerinin kontrolünde olan güçlü bir kalenin olmasını istemeyen Fatih Sultan Mehmet bunu kabul etmedi ve Cenevizlilerin Galata Kolonisi, Galata’nın baş kulesinin; yani Galata Kulesi’nin anahtarını 29 Mayıs 1453 sabahı Fatih Sultan Mehmed’e teslim ettiler. Fakat, Galata Bölgesi, Osmanlı Dönemi boyunca da daha çok Hristiyanların yaşadığı, gerek etnik, gerek mimari açıdan İstanbul’un Avrupai, batılı yüzü olmaya devam etti.

Fethin ardından, Galata Surlarında yıkımlar başladı. Surların bir bölümü Fatih Sultan Mehmed tarafından yıktırıldıysa da, Galata Surlarının neredeyse tamamını ortadan kaldıran en büyük yıkım fetihten 400 yılı aşkın bir zaman dilimi sonra, Sultan Abdülaziz Döneminde; 1864 yılında gerçekleşmiştir. İstanbul Şehremanetinin (belediye) altıncı dairesi, nüfusu giderek artan Galata’da, surların ulaşımı aksattığı gerekçesiyle surların çok büyük bir bölümünü yıktırmış, 20 yy.ın başına dek aralıklarla devam eden yıkımların sonucunda Galata Surlarından bugüne birkaç harap vaziyette duvar, onlarca kapıdan sadece bir tanesi ve tabii ki İstanbul’un en önde gelen simgelerinden birisi olan Galata Kulesi hariç neredeyse hiçbir iz kalmamıştır.

Galata Surları’ndan günümüze gelebilenleri dört bölümde ele alabiliriz. Surlardan bugüne gelebilen birinci bölüm, Azapkapı’da, Tersane Caddesi’nin Haliç Kıyısı tarafında yer alan duvar kalıntılarıdır. Saliha Sultan Çeşmesi ve Sokullu Mehmet Paşa Camii’nin yanı başında, Haliç’in üzerinden geçen Yenikapı-Hacıosman Metro Köprüsü’nün dibinde yer alan bu kalıntılar, bir tanesi Haliç’e dik, diğeri ise Haliç’e paralel uzanan iki duvardan ibarettir.
 
 
 

Haliç’e paralel uzanan ve yer yer yıkılmış olan duvarın üzerinde Latince bir kitabe yer alır. -Duvarın çevresi demir tellerle çevrili olduğundan fazla yaklaşamadım ve ne yazık ki uzaktan bu kadar çekebildim.

Bu sebepten, kendi çektiğim fotoğraflara ilaveten, daha önce Hayri Fehmi tarafından çekilmiş olan, kitabenin net olarak okunabildiği bir fotoğrafı da paylaşıyorum.



Haliç’e dik uzanan ve daha fazla göz önünde olan diğer sur kalıntısı ise ilkine kıyasla biraz daha iyi bir durumdadır. Ne var ki o da tahrip edilmiştir.

 
Galata Surları’ndan bugüne gelebilmiş olanlardan ikinci ve en önemli kalıntılardan birisi ise Harupkapı olarak da anılan Yanıkkapı’dır.


Azapkapı semtinde, Yanıkkapı Sokağın sonunda yer alan bu kapı, bir zamanlar üzerinde 10’un üzerinde kapı bulunan Galata Surlarından bugüne ulaşabilen tek kapıdır ve çok değerlidir.

2000’li yılların sonlarında Yenikapı-Hacıosman Metro Hattının Şişhane-Haliç arasındaki etabı inşa edilirken, güzergah üzerinde kaldığından bir ara yıkılması düşünülen, neyse ki daha sonra böyle telafisi imkansız korkunç ve utanç verici bir hatadan geri dönülerek kurtarılan Yanıkkapı’yı bu denli değerli kılan yalnızca bugüne gelebilmiş olan tek kapı olması değil, kapının dış bölümünde, üzerinde yer alan 700 yıllık armadır. Bu arma, Doria Ailesi’ne aittir. Bir dönem, Galata’daki Ceneviz Kolonisinin yöneticiliğini yapan bu aile, 1538 yılında Preveze Deniz Savaşı’nda Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusuyla savaşan Haçlı donanmasının komutanı Cenevizli amiral Andrea Doria’nın mensup olduğu ailedir. Büyük değer taşıyan bu tarihi arma, çalınmasının önüne geçebilmek için bugün demir bir kafesin ardına saklanmıştır.
 
 
 
Bu değerli tarihi kapının yanında, yine Galata Surlarına ait küçük bir gözetleme kulesi de bulunur. 
Yanıkkapı’yı da ardımızda bırakıp, Azapkapı’dan Şişhane’ye doğru tırmanmaya devam ettiğimizde, sol yanımızda, boş bir arazinin bitişiğinde, metro hattına paralel uzanan ve surlardan geriye kalan üçüncü bölümle karşılaşırız.
 

  
Metro hattı inşa edilirken gerçekleştirilen yıkımlardan sonra ortaya çıkan Galata Surlarına ait bu duvar muhteşem bir Haliç ve Tarihi yarımada manzarasına hakim bir noktada yer almaktadır.


Yazımın başında Galata Surlarını, kenar uçları Azapkapı, Kuledibi ve Tophane olan bir üçgen biçiminde düşünmemiz gerektiğini belirtmiştim. Bu üçgenin tabanı Haliç ve İstanbul Boğazı olup, batı kenarı güneybatıdan kuzeydoğuya doğru; Azapkapı’dan Kuledibi’ne, doğu kenarı ise güneydoğu-kuzeybatı doğrultusunda Tophane’den Kuledibi’ne ulaşmakta, üçgenin iki kenarı Kuledibi’nde; Galata Kulesi’nde birleşmekteydi. Bu doğrultuda, Şişhane eteklerinde karşılaştığımız ,kısa bir duvardan ibaret, surlardan geriye kalan üçüncü bölümü de ardımızda bıraktıktan sonra rotamızı kuzeydoğuya Galata Kulesi yönüne çevirmeliyiz. Çevirmeliyiz ki, kendisini o kadar incitmemize, değerini bilmememize rağmen halen daha her köşesinde bizi güzel bir sürpriz, gizem dolu bir armağanla karşılamayı seven efsanevi şehir İstanbul’un bu arzusunu boş çevirmeyelim ve bizi yine büyüleyici bir sürprizle mutlu etmesine izin verelim. Bankalar Caddesi’nden Şişhane’ye çıkan Okçu Musa Caddesi’nin çapraz paraleli Şair Ziya Paşa Caddesi üzerinde Saint Pierre Kilisesi’nin arka tarafına düşen küçük bir arsa içerisinde Galata Surlarından kalma, Ceneviz eseri bir kule bizi beklemektedir. Galata Kulesi kadar ihtişamlı olmasa da, onun küçük kardeşi diyebileceğimiz bu kule şüphesiz Galata Surlarından bize kalan en değerli miraslardan birisidir.




Buna benzer, yine Galata Surlarına ait bir gözetleme kulesi de Revani Sokak ile Lüleci Hendek Caddesinin kesişiminde, Saint Benoît Fransız Lisesi'nin bahçesinde bulunur.



Ve son olarak Galata Surları’nın en görkemli, en fazla bilinen, adeta şehrin simgesi haline gelen başkulesi, yani Galata Kulesi… Galata Surları’nın deniz seviyesinden en yüksek noktasında yer alan, iki ayrı kol halinde Azapkapı’ya ve Tophane’ye inen surların birleştiği ve Galata Surlarının baş kulesi olan Galata Kulesi, aslında, Galata Surlarından çok daha eski bir yapıdır. 507 yılında, yani günümüzden tam 1511 yıl önce Fener Kulesi adıyla Bizanslılar tarafından yapılmıştır. Zamanla harap olup yıkılmış, 1348 yılında Cenevizliler tarafından yığma taş kullanılarak yeniden inşa edilmiştir. İstanbul’un 1453 yılındaki fethine dek, İsa Kulesi olarak anılan ve üzerinde Cenevizlilerin yerleştirdiği büyük bir haç bulunan Galata Kulesi, İstanbulluların ‘Küçük kıyamet’ olarak adlandırdıkları 1509 yılındaki Büyük İstanbul Depreminde büyük zarar görmüş, daha sonra dönemin ünlü mimarı Mimar Hayrettin tarafından onarılmıştır. Osmanlı Dönemi boyunca hapishane, daha sonra bir dönem rasathane, 18 yy.da ise yangın gözetleme kulesi olarak kullanılan kule birkaç kez geçirdiği yangınlarla zarar görmüş, 1875 yılının bir sonbahar gecesinde şiddetli bir fırtına sonucu çatısını kaybetmiş, ancak her şeye rağmen bugüne sapasağlam ulaşmayı başarmıştır. Yaklaşık 70 m. yüksekliğinde, 10 m. çapında olan, 670 yıldır İstanbul’u seyreden Galata Kulesi günümüzde ise restoran ve seyir terası olarak kullanılmaktadır.
İşte bir zamanlar 2800 m. uzunluğunda olan Galata Surlarından bugüne gelebilen, bize miras kalan son birkaç parça yapı. Dilerim, hiç değilse bir şekilde bugüne ulaşabilmeyi başarmış bu değerli kalıntıların değerleri bilinir ve yüz yıllar sonrasının İstanbul’unda davar olmaya devam ederler.

Not: Bazı noktalarda kaynak olarak  www.tarihiistanbul.com, www.sarrafoğlu.com (Fahri Sarrafoğlu kişisel sayfası) adreslerinden yararlandım.





13 Eylül 2018 Perşembe

Taksim Maksemi ya da Taksim'e Adını Veren Yapı

              
Maksem sözcüğü Arapça bir sözcük olan ‘taksim’ sözcüğünden türemiştir. Taksim, günümüz Türkçesinde dağıtım, bölüştürme anlamına gelmektedir.


 Taksim Meydanı üzerinde, İstiklal Caddesi’nin girişinde sekizgen bir kümbeti andıran tarihi bir yapı dikkate çarpar. Her gün önünden 100.000’lerce insanın, kendisine fazla dikkat etmeden önünden geçip gittiği, hatta farkına bile varmadığı bu güzel yapı İstanbul’un en popüler semtlerinden birisi, hatta belki de en popüleri olan Taksim Semti’ne adını veren TAKSİM MAKSEMİ’dir.

 Bu güzel eserin öyküsü 18 yy.ın ilk yarısına uzanmaktadır. Sürekli büyümekte, gelişmekte ve kalabalıklaşmakta olan İstanbul’da; 1730’lu yıllara gelindiğinde, o döneme dek çok büyük bir bölümü Suriçi’nde (Tarihi yarımada) yer alan kentin yerleşim alanı, yavaş yavaş surdışına doğru taşmaya başlamış, özellikle Haliç’in diğer yakasında yer alan ve ağırlıklı olarak gayri müslimlerin, özellikle de Levantenlerin yaşadığı Galata, Pera (Beyoğlu), bir Rum mahallesi olan Tatavla (Kurtuluş) ve her zaman Müslüman nüfusu barındıran Kasımpaşa giderek daha da kalabalıklaşmıştır. Bunun yanı sıra, bu bölgede yerleşim kuzeye doğru da kaymaya, Galata ve Karaköy bölgesinden Boğaziçi’ne doğru uzanan Tophane, Fındıklı ve Kabataş gibi bölgelerde de nüfus artışı kaydedilmektedir. Bütün bunların sonucu olarak, bölgede su sıkıntısı yaşanmaya başlar. Mevcut isale hatları yetersiz kalmaktadır. Kentin, Haliç’in kuzey yakasında yaşayan nüfusuna su sağlamak için yepyeni bir isale hattının inşa edilmesi kaçınılmazdır. Bunun üzerine, Sultan 1.Mahmud’un emriyle TAKSİM SU YOLLARI olarak anılacak yeni bir isale hattı yapılır. Suyun kaynağı kentin kuzeyindeki Belgrad Ormanları’dır. Belgrad Ormanları’ndan sağlanan su Bahçeköy ve 1.Mahmud Su Kemerleri’nden geçtikten sonra, bugünkü Büyükdere Caddesi’ni takiben Maslak, Ayazağa, Levent, Zincirlikuyu, Mecidiyeköy ve Şişli üzerinden ilk önce; ne yazık ki bugün mevcut olmayan Harbiye Maksemi’ne, ardından güneye doğru yönelerek Taksim Maksemi’ne ulaşmakta ve her gün bu maksemden pompalanan 2.132 m3 civarı su Pera(Beyoğlu), Galata, Tophane, Fındıklı ve Kasımpaşa gibi birçok farklı semte verilmekteydi. Elbette, bu noktada bu maksemin yapıldığı yerin Taksim Meydanı olarak seçilmesinde, Taksim'in çevresindeki Beyoğlu, Cihangir, Tophane, Fındıklı, Tarlabaşı ve Kasımpaşa gibi semtlere nazaran daha yüksek bir rakımda bulunmasının büyük rol oynadığını ve Taksim Su Yolları üzerinde yer alan ve en fazla bilinenleri; Elmadağ’daki Taksim Su Terazisi

ve Kasımpaşa’daki Piyalepaşa Su Terazisi olan birçok su terazisinin de bu semtlere suyun ulaşmasında çok önemli görev üstlendiklerini belirtmeliyiz.

 Taksim gibi İstanbul’un gözbebeği bir semte adını veren maksemimize geri dönecek olursak, maksemin Taksim Su Yolları ile beraber, 1730’lu yıllarda, tam olarak da 1732 senesinde inşa edildiğini söylemeliyiz. Sekiz köşeli, tamamı küfeki taşından yapılmış olan maksemin çatısı da sekizgen bir piramit şeklindedir. Dört tane penceresi bulunan maksemin duvarları ve kubbesi klasik Türk nakışlarıyla süslü olup, kitabesi İstiklal Caddesi Yönü’ne açılan kapısının üzerinde yer alır. Kitabenin üzerinde yer alan penceresinin iki üst yanında ise Osmanlı Mimarisi’nin en muazzam inceliklerinden olan iki adet kuş köşkü yer alır. Ne mutlu ki, günümüzde de kuşlar bu sevimli köşklerden yararlanırlar. Maksemin, meydan yönüne doğru hemen sağ cephesinde ise suyu akmasa da, görüntüsüyle eserin güzelliğine güzellik katan mermerden yapılmış, çok zarif bir çeşme yer alır. Bu çeşme, maksemle beraber 1732 yılında inşa edilen Sultan 1.Mahmud Çeşmesi’dir.
Geçtiğimiz yıllarda restore edilen maksem, günümüzde İ.B.B Beyaz Masa İletişim Merkezi olarak kullanılmaktadır.
Not: Bazı noktalarda İ.B.B tatafından 2010 yılında yayınlanan'' İstanbul'un 100 su yapısı'' (Yazar: Davut Hut)adlı eserden yararlandım. Son fotoğraf olarak paylaştığım 'Taksim Maksemi'nin Grave T.Smith tarafından çizilmiş1828 yılına ait planı da bu eserden alıntıdır.






25 Ağustos 2018 Cumartesi

Kınalıada Camii; İstanbul'da Sıra dışı Bir Cami ve Sıra dışı Öyküsü


 
 

Kınalıada’da 1964 yılında inşa edilen ve adanın tek camisi olan Kınalıada Camii, sadece İstanbul’un değil, tüm ülkemizin en ilginç ve en sıra dışı mimariye sahip camilerden birisidir. Caminin bu ilginç mimarisinden, yazımın sonlarında bahsedeceğim, ancak bu caminin gizlediği öykünün başlangıcına ulaşabilmek için caminin yapım tarihi olan 1964’ten yaklaşık 300 yıl kadar öncesine; 17 yy.ın ikinci yarısına dönmeli ve Kınalıada’dan Karaköy’e doğru bir yolculuğa çıkmalıyız.

Sultan 4.Mehmed Dönemi’nde 1676-1683 yılları arasında sadrazamlık yapan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu dönemde Karaköy’de bir mescit yaptırır, 
aradan 200 yılı aşkın bir süre geçer ve mescit harap bir hale düşer. Bunun üzerine, 1903 yılında Sultan 2.Abdülhamit, bu mescidin yerine çok daha büyük ve güzel bir cami yaptırmak ister.
Ne var ki mescitin bulunduğu bölge, yani Karaköy Meydanı tamamen batı mimarisinin hakim olduğu bir bölgedir, bu bölgenin simgesi olan Galata Kulesi bile zamanında Cenevizlilerin inşa ettiği Galata Surları’nın bir parçasıdır ve bir batı mimarisi ürünüdür. Karaköy’e inşa edilecek olan caminin de, bölgenin görsel bütünlüğünü bozmaması ve bölgenin mimari dokusuna uygun olması gerekmektedir. (Bu noktada, ‘’Osmanlı’yı her daim diline dolayan kitle ve ülkemizi yönetenler keşke Osmanlı’nın yüzde biri kadar bile bir sanat anlayışına, estetik kaygısına sahip olsalar’’ demeden geçemeyeceğim.) Bunun üzerine, Sultan 2.Abdülhamid, camiyi Avrupalı bir mimarın yapması gerektiğine kanaat getirir ve o dönemde İstanbul’da bulunan ve Yıldız Sarayı’nın yaveran dairelerinin de mimarı olan ünlü İtalyan mimar Raimondo D’Aronco’ya bu görevi verir.
Sonuç göz alıcıdır. D’Aronco, Karaköy Meydanı’nda,  Art nouveau tarzında, sekizgen bir gövde üzerinde yükselen, tıpkı caminin kendisi gibi minaresi de tamamen mermerle kaplı, göz kamaştıran bir eser inşa etmiştir ve bu eser, Galata’nın mimari dokusuna tamamen uygun olmakla kalmayıp, bölgeye ayrı bir güzellik katmıştır. Caminin içerisine ise Venedik’ten getirilen paha biçilmez değerde bir avize yerleştirilmiş, caminin dış estetiği kadar, iç estetiğine de büyük önem verilmiştir.
 
 
 
Ve acıklı son…Aradan çok değil, sadece 55 yıl geçer, tarih 1958 yılını gösterir. Başbakan Adnan Menderes’tir. Yine Menderes Dönemi’nde, 1956-1957 yıllarında, tarihi yarımadada Vatan ve Millet Caddeleri açılırken yıkılan, ortadan kaldırılan sayısız cami ve Osmanlı eseri gibi, bu kez Karaköy Meydanı’nın genişletilmesi amacıyla, bu güzel caminin de yıkılmasına karar verilir. Ne var ki halk bu kez öfkelidir. Caminin yıkım kararının verilmesi çok büyük tepki çekmiştir. İşte, bu noktada öykümüzün, İstanbul Adaları’nın İstanbul’a en yakın olanı Kınalıada’yla olan ilişkisi başlar. Kınalıada’ya birçok önemli hizmeti buluna  ve çok uzun yıllar Kınalıada Muhtarlığı yapmış olan Nazif İlter dahiyane bir fikir geliştirir. İlter, bu güzel caminin yıkılmak yerine, parçalarının numaralandırılıp sökülerek Kınalıada’ya nakledilmesini ve caminin burada yeniden monte edilmesini önerir. Böylelikle, hem bu güzel eser yıkılmaktan kurtarılarak korunmuş olacak, hem de hiç camisi bulunmayan, adada azınlık konumundaki Müslüman halkın adadaki kiliselerde ibadet ettiği Kınalıada’nın artık bir camisi olacaktır. (Rahmetli Nazif İlter’i anmışken, İlter’in 1985 yılında yaptırdığı, Kınalıada Camii’nin yanındaki çeşmeye ne yazık ki gerektiği gibi sahip çıkılmadığını ve çeşmenin suyunun da  akmadığını hatırlatayım.)Teklif kabul edilir, caminin minberi, mihrabı başka camilere, caminin içerisindeki avize ve halılar ise Teberrükat (camilere bağışlanan eşyalar) Memurluğu’na gönderilmek üzere ayrılır, camiye ait parçalar ise 1958 yılının bir nisan sabahı Kınalıada’ya götürülmek üzere mavnaya yüklenir.  Ne var ki, Karaköy-Kınalıada arası yol alan mavna, dalgalar sonucu yan yatar,  iki tane üzeri işlemelerle süslü mermer blok hariç caminin bütün parçaları bir daha yer yüzüne çıkmamak üzere Marmara Denizi’nin dibine gömülür ve güzelim bir sanat eseri böylelikle tarihe karışır. Bu talihsiz olay, hem Kınalıadalılar , hem de tarihine, geçmişine, sanat eserlerine değer veren tüm vatandaşlar için çok büyük bir hayal kırıklığı olmuştur.

Aradan altı yıl geçer, 1964 yılına gelinir; Sonunda Kınalıada, camisine kavuşacaktır. Karaköy Camii’ni adaya taşıyabilmek ne yazık ki mümkün olmamıştır. Ancak, adaya yeni bir cami yapılacaktır. Mimarlar Başar Acarlı ve Turhan Uyaroğlu’nun tasarladıkları cami, vapur iskelesinin hemen güneyinde, adanın çarşısında inşa edilir. 54 yıldan beri Kınalıada’nın ilk ve tek camisi olan bu yapının mimarisi oldukça sıra dışıdır.
Alışılanın aksine dikey değil, yatay bir mimarinin hüküm sürdüğü caminin, kubbe yerine, ışığı içeri geçiren, bir birinin üzerine binmiş iki parçadan oluşan bir çatısı,
 
şerefesi olmayan, üzerinde sadece hoparlörlerin yer aldığı sade ,yukarıya doğru çıktıkça daha da incelen, çok ince bir minaresi bulunmaktadır. Camiyi çevreleyen camlar ise renklidir. Klasik cami anlayışının tamamıyla dışında bir görünüme sahiptir.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii olarak da bilinen Karaköy Camii’nden geriye kalan tek parçalar olan, üzerleri işlemeli iki mermer bloktan bir tanesi günümüzde, Kınalıada Camii’nin avlusunda, diğeri ise caminin duvarında görülebilmektedir.  




Peki ya Karaköy Camii’nin Kınalı’ya gönderilmeyen mihrap, minber ve avizesine ne oldu? Ne, Mercan’daki Atik İbrahim Paşa Camii’ne monte edileceği söylenen mihrap ve minber, ne de Teberrükat Memurluğu’na gönderildiği söylenen avizeyi, 1958 yılından sonra bir daha hiç kimse görmedi. Özellikle, değeri paha biçilmez olan Venedik’ten getirilmiş avizenin el altından, gizlice satılmış olabileceği rivayeti ise hayli yaygın.