Epey zaman öne haberdar olduğum, çok
ilgimi çeken , ancak her nedense bir türlü kaleme alma fırsatımın olmadığı,
üzerindeki sır perdesini 30 yılı aşkın bir süre korumuş, bir dönem İstanbul,
hatta Türkiye gündemini en fazla meşgul eden çok acı bir olayın, gerçek bir
facianın öyküsünü paylaşacağım şimdi sizlerle.
Mekanımız yine İstanbul, hatta
İstanbul’un tabiri caizse tam anlamıyla göbeği, en işlek, en merkezi ve en eski
semtlerinden birisi; Sirkeci. Bu kez Osmanlı Dönemi’ne dek uzanmayacağız,
nispeten daha yakın bir tarihte, Cumhuriyet dönemindeyiz, yıl ise 1959…
Sirkeci, o yıllarda da şimdi olduğu gibi İstanbul’un
gündüz nüfusu en yüksek, birçok önemli güzergahın üzerinde bulunan, birçok
önemli iş yerinin bulunduğu, şehrin ticari anlamda kalbinin attığı çok merkezi
bir semttir. Hatta, o yıllarda Sirkeci’nin bugünkünden çok daha canlı,
İstanbul’un şimdiye nazaran çok daha ön planda olan bir semti olduğunu
söyleyebiliriz.
6 Ocak 1959 Salı günü de Sirkeci’de
sıradan bir iş günü gibi başlar. Esnaflar, dükkanlarını açmışlar, sabah
çaylarını yudumlamakta, üniversiteliler çevredeki kitapçılardan alışveriş yapmakta
ya da okullarına yetişmeye çalışmakta, kimi mutlu, kimi mutsuz 1000’lerce insan
akıllarında türlü düşüncelerle, hayat gailesi içerisinde kalabalık Sirkeci
sokaklarında oradan oraya koşuşturmaktadır. Ne var ki, saatler tam 10:23’ü
gösterdiğinde korkunç bir patlama sesiyle Sirkeci’de yer yerinden oynar. İstanbul’un,
top sesleriyle titrediği 1453 yılındaki fetih gününden 1959’a uzanan 500 yılı
aşkın süre boyunca bu denli güçlü bir patlama sesine şahit olmadığını dile
getirecektir birçok kimse… Kimse ne olduğunu tam olarak anlayamamıştır, ansızın
korkunç bir gürültüyle bir patlama gerçekleşmiş, birçok bina yerle bir olmuş,
100 ‘ün üzerinde insan çöken binaların altında kalmıştır. Sirkeci, bir savaş
alanına dönmüş, her tarafa parçalanmış bedenler saçılmıştır. Çığlıklar ve acı
dolu inleme sesleri bir birine karışmaktadır.
Korkunç patlamanın sonucu İstanbul’un en ünlü ve en eski otellerinden Meserret Oteli büyük hasar görmüş, Viyana Oteli, önemli iş hanlarından Neyyir Han, Tan Matbaası, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin kitaplarını aldıkları Üniversite Kitabevi ve daha birçok bina, han ve dükkan tamamen yıkılmış ya da kullanılamayacak hale gelmiştir. Olay esnasında, oradan geçmekte olan 28 no’lu Fatih-Beşiktaş Otobüsünün üzerine bir bina devrilmiş, otobüs enkaz altında kalmıştır. Olayın ardından, ambulanslar Sirkeci’ye ulaşmışlar ve yaralıları hastaneye yetiştirmeye, enkaz altındaki insanlara ulaşmaya çalışmışlardır. Birkaç gün içerisinde açıklanan bilanço korkunçtur, 50’den fazla insan hayatını kaybetmiş, 100’lerce insan yaralanmış ve o dönemin parasıyla 10 milyonluk bir zarar oluşmuştur. Dönemin cumhurbaşkanı Adnan Menderes ve eski cumhurbaşkanı Celal Bayar, olay yerini ziyaret etmiş, acılı aileleri teselli etmeye çalışmışlar, 7 ocak 1959 günü TBMM’de İstanbul’da hayatlarını kaybedenler için saygı duruşu yapılmıştır. O sırada bir konser için İstanbul’da bulunan dünyaca ünlü şarkıcı ve dansçı Josephine Baker, patlamada ebeveynlerini kaybeden çocuklardan birisini evlat edinmek ve kazada hayatlarını kaybedenlerin ailelerine 1000’er lira yardım etmek ister, ancak bürokratik sebeplerden ötürü bu gerçekleşemez.
Korkunç facianın hemen ardından polis
olay yerinde incelemelere başlar ve patlamanın sebebini tespit etmeye çalışır.
İlk başlarda, bomba ihtimali üzerinde durulur. Ancak, ertesi gün çevrede
dinamit lokumları bulunmasının ardından patlamanın dinamit kaynaklı olduğu ve
patlamaya neden olan 300 kg kadar dinamitin, patlamanın gerçekleştiği Ankara
Caddesi ile Ebussuud Caddesi’nin köşesindeki Neyyir Han’da istiflenmiş olduğu
saptanır. Dinamitler, bu iş hanında bulunan Kumla Maden LTD ŞTİ’ne aittir ve
bir ay kadar önce iş hanına getirilerek, daha sonra Bursa Gemlik’te maden
çıkartmak için kullanılmak üzere, hanın deposunda istiflenmiştir.
Patlamanın kaynağı bir gün kadar kısa bir
sürede anlaşılmıştır. Fakat, patlamaya neyin sebep olduğu bir türlü çözülemese
de tüm uzmanların hemfikir oldukları tek bir nokta vardır, o da bu dinamitlerin
hiçbir şekilde kendiliğinden patlayamayacakları, ancak kasıtlı bir şekilde
patlatılmış olduklarıdır. Bunun üzerine polis, Kumlu Maden LTD Şirketinin
sahibi Mustafa Atik’e ulaşmaya çalışır. Ne var ki, Atik olay gününün ardından
karısı ve çocuklarıyla birlikte yaşadığı Beşiktaş’taki evine hiç uğramamıştır
ve ailesi onun hayatını kaybetmiş olmasından şüphelenmektedir. Nitekim, iki gün
sonra Atik’in parçalanmış ve tanınmayacak haldeki cansız bedeni enkazın
altından çıkartılır.
Şirketin genel müdürü ve hissedarı olan ve olay anında
İzmir’de bulunan Hasan Fehmi Moralı’nın ifadesine başvurulur. Moralı da, dinamitlerin
neden patladığı hakkında bilgi sahibi olmadığını, ancak mutlaka bir kasıt
olduğunu, bu dinamitlerin hiçbir nedenle kendiliğinden patlayamayacaklarını
belirtir.
Giderek magazinsel bir hal almaya
başlayan ve aylarca İstanbul Gündeminden düşmeyen bu facianın kuşku uyandıran
ve merakları üzerine çeken bir başka ismi ise patlama esnasında, iş yerinden
10-15 dakikalık bir mesafede bulunan ve olaydan hiç yara almadan kurtulan
Feriha Bal’ın erkek kardeşi ve şirketin katibi 23 yaşındaki Tahsin Bal’dır.
Aslında, ilk günlerden beri Tahsin, şüpheliler listesinin başlarında yer
almaktadır. Patlama esnasında annesi ve ablasının iş hanında bulunduklarını
bildiği halde, hastanelere ve polise başvurmayıp, akşam gayet sakin bir şekilde
evine dönen, annesi ve ablasının cenazesinde hayli soğukkanlı davranan ve
fotoğraflarını çekmek isteyen gazetecilere yüzünü saklamaya çalışan Tahsin Bal,
birçok kez polis tarafından sorgulanmış, göz altında tutulmuş ancak hiçbir
somut delil olmamasından dolayı serbest bırakılmıştır.
Ayrıca Tahsin Bal,
polise verdiği ifadesinde ‘’Değil insan öldürmek, hayatı boyunca tavuk bile
kesmediğini, aynı anda hem annesini, hem de ablasını kaybetmenin acısı bir
yana, işini de kaybettiğini, maddi ve manevi zarar içerisinde olduğunu’’
söylemiştir. Olay tam olarak aydınlanamamıştır, ancak birçok kimse dinamitleri
hararetli bir tartışma esnasında şirketin sahibi Mustafa Atik’in ya da kızgın
sevgilisi Feriha Bal’ın patlattığını düşünmektedir.
Aradan günler, aylar,
yıllar geçer ve bu korkunç facia da zaman içerisinde gündemden düşer ve
unutulur. Ölenler ölmüş, sevdiklerini, ailelerini kaybedenler yaralarını
sarmaya, acılarını dindirmeye çalışarak, bir şekilde sürüp giden hayata
tutunmaya çalışmışlar ve Sirkeci Faciası da birçok acı olay gibi ardından
giderek silikleşen bir iz bırakarak tarihin karanlık sayfalarına gömülür…
Taa
ki, 1990’lı yılların başında bir gün Tahsin Bal, olayın üzerinden 30 yılı aşkın
bir süre geçtikten sonra ortaya çıkıp şu açıklamayı yapana kadar: ‘’Bu vicdan
azabıyla ölmek istemiyorum. Ablam Feriha’nın evli olan patronuyla gönül
ilişkisi vardı. Annem de bu ilişkiye göz yumuyor, Feriha ile birlikte patronuma
karısından boşanıp, onunla evlenmesi için baskı yapıyordu. Olay günü de ikisi
birlikte patronumla konuşmaya geldiler. Onlar gelince, patronum beni postaneye,
telgraf atmam için gönderdi. Canıma tak etmişti. Aşağıya indim, ilk önce
dinamitlerin üzerlerini çöplerle iyicene örttüm, bu şekilde ateşin çöplerden
dinamitlere kadar ulaşacağı süre zarfında olay yerinden uzaklaşacaktım.
Nitekim, öyle de oldu. Kibriti çakıp çöplerin üzerine attım ve oradan
uzaklaştım, 10 dakika kadar sonra korkunç patlama sesini duydum. Amacım sadece
annemi, ablamı ve patronumu cezalandırmaktı. 10’larca insanın ölümüne sebep
olduğum için yıllardır vicdan azabıyla yaşıyorum ve kendimi affetmiyorum.’’
Ne var ki olayın üzerinden 30 seneden
fazla zaman geçtiği için hukuken, suç müruruzamana (zaman aşımı) uğramıştır ve
Tahsin Bal hiçbir ceza almaz.
Faydalandığım kaynaklar: Milliyet Gazete
Arşivi, http://lcivelekoglu.blogspot.com/, Sözcü Gazetesi Can Mumay, Takvim Gazetesi
Tayfun Er.