Kınalıada’da 1964 yılında inşa edilen ve adanın tek
camisi olan Kınalıada Camii, sadece İstanbul’un değil, tüm ülkemizin en ilginç
ve en sıra dışı mimariye sahip camilerden birisidir. Caminin bu ilginç
mimarisinden, yazımın sonlarında bahsedeceğim, ancak bu caminin gizlediği
öykünün başlangıcına ulaşabilmek için caminin yapım tarihi olan 1964’ten yaklaşık
300 yıl kadar öncesine; 17 yy.ın ikinci yarısına dönmeli ve Kınalıada’dan
Karaköy’e doğru bir yolculuğa çıkmalıyız.
Sultan 4.Mehmed Dönemi’nde 1676-1683 yılları
arasında sadrazamlık yapan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu dönemde Karaköy’de
bir mescit yaptırır,
aradan 200 yılı aşkın bir süre geçer ve mescit harap bir hale düşer. Bunun üzerine, 1903 yılında Sultan 2.Abdülhamit, bu mescidin yerine çok daha büyük ve güzel bir cami yaptırmak ister.
Ne var ki mescitin bulunduğu bölge, yani Karaköy Meydanı tamamen batı mimarisinin hakim olduğu bir bölgedir, bu bölgenin simgesi olan Galata Kulesi bile zamanında Cenevizlilerin inşa ettiği Galata Surları’nın bir parçasıdır ve bir batı mimarisi ürünüdür. Karaköy’e inşa edilecek olan caminin de, bölgenin görsel bütünlüğünü bozmaması ve bölgenin mimari dokusuna uygun olması gerekmektedir. (Bu noktada, ‘’Osmanlı’yı her daim diline dolayan kitle ve ülkemizi yönetenler keşke Osmanlı’nın yüzde biri kadar bile bir sanat anlayışına, estetik kaygısına sahip olsalar’’ demeden geçemeyeceğim.) Bunun üzerine, Sultan 2.Abdülhamid, camiyi Avrupalı bir mimarın yapması gerektiğine kanaat getirir ve o dönemde İstanbul’da bulunan ve Yıldız Sarayı’nın yaveran dairelerinin de mimarı olan ünlü İtalyan mimar Raimondo D’Aronco’ya bu görevi verir.
Sonuç göz alıcıdır. D’Aronco, Karaköy Meydanı’nda, Art nouveau tarzında, sekizgen bir gövde üzerinde yükselen, tıpkı caminin kendisi gibi minaresi de tamamen mermerle kaplı, göz kamaştıran bir eser inşa etmiştir ve bu eser, Galata’nın mimari dokusuna tamamen uygun olmakla kalmayıp, bölgeye ayrı bir güzellik katmıştır. Caminin içerisine ise Venedik’ten getirilen paha biçilmez değerde bir avize yerleştirilmiş, caminin dış estetiği kadar, iç estetiğine de büyük önem verilmiştir.
aradan 200 yılı aşkın bir süre geçer ve mescit harap bir hale düşer. Bunun üzerine, 1903 yılında Sultan 2.Abdülhamit, bu mescidin yerine çok daha büyük ve güzel bir cami yaptırmak ister.
Ne var ki mescitin bulunduğu bölge, yani Karaköy Meydanı tamamen batı mimarisinin hakim olduğu bir bölgedir, bu bölgenin simgesi olan Galata Kulesi bile zamanında Cenevizlilerin inşa ettiği Galata Surları’nın bir parçasıdır ve bir batı mimarisi ürünüdür. Karaköy’e inşa edilecek olan caminin de, bölgenin görsel bütünlüğünü bozmaması ve bölgenin mimari dokusuna uygun olması gerekmektedir. (Bu noktada, ‘’Osmanlı’yı her daim diline dolayan kitle ve ülkemizi yönetenler keşke Osmanlı’nın yüzde biri kadar bile bir sanat anlayışına, estetik kaygısına sahip olsalar’’ demeden geçemeyeceğim.) Bunun üzerine, Sultan 2.Abdülhamid, camiyi Avrupalı bir mimarın yapması gerektiğine kanaat getirir ve o dönemde İstanbul’da bulunan ve Yıldız Sarayı’nın yaveran dairelerinin de mimarı olan ünlü İtalyan mimar Raimondo D’Aronco’ya bu görevi verir.
Sonuç göz alıcıdır. D’Aronco, Karaköy Meydanı’nda, Art nouveau tarzında, sekizgen bir gövde üzerinde yükselen, tıpkı caminin kendisi gibi minaresi de tamamen mermerle kaplı, göz kamaştıran bir eser inşa etmiştir ve bu eser, Galata’nın mimari dokusuna tamamen uygun olmakla kalmayıp, bölgeye ayrı bir güzellik katmıştır. Caminin içerisine ise Venedik’ten getirilen paha biçilmez değerde bir avize yerleştirilmiş, caminin dış estetiği kadar, iç estetiğine de büyük önem verilmiştir.
Ve acıklı son…Aradan çok değil, sadece 55 yıl geçer,
tarih 1958 yılını gösterir. Başbakan Adnan Menderes’tir. Yine Menderes
Dönemi’nde, 1956-1957 yıllarında, tarihi yarımadada Vatan ve Millet Caddeleri
açılırken yıkılan, ortadan kaldırılan sayısız cami ve Osmanlı eseri gibi, bu
kez Karaköy Meydanı’nın genişletilmesi amacıyla, bu güzel caminin de
yıkılmasına karar verilir. Ne var ki halk bu kez öfkelidir. Caminin yıkım
kararının verilmesi çok büyük tepki çekmiştir. İşte, bu noktada öykümüzün,
İstanbul Adaları’nın İstanbul’a en yakın olanı Kınalıada’yla olan ilişkisi
başlar. Kınalıada’ya birçok önemli hizmeti buluna ve çok uzun yıllar Kınalıada Muhtarlığı
yapmış olan Nazif İlter dahiyane bir fikir geliştirir. İlter, bu güzel caminin
yıkılmak yerine, parçalarının numaralandırılıp sökülerek Kınalıada’ya
nakledilmesini ve caminin burada yeniden monte edilmesini önerir. Böylelikle,
hem bu güzel eser yıkılmaktan kurtarılarak korunmuş olacak, hem de hiç camisi
bulunmayan, adada azınlık konumundaki Müslüman halkın adadaki kiliselerde
ibadet ettiği Kınalıada’nın artık bir camisi olacaktır. (Rahmetli Nazif İlter’i
anmışken, İlter’in 1985 yılında yaptırdığı, Kınalıada Camii’nin yanındaki
çeşmeye ne yazık ki gerektiği gibi sahip çıkılmadığını ve çeşmenin suyunun
da akmadığını hatırlatayım.)Teklif kabul
edilir, caminin minberi, mihrabı başka camilere, caminin içerisindeki avize ve
halılar ise Teberrükat (camilere bağışlanan eşyalar) Memurluğu’na gönderilmek
üzere ayrılır, camiye ait parçalar ise 1958 yılının bir nisan sabahı
Kınalıada’ya götürülmek üzere mavnaya yüklenir. Ne var ki, Karaköy-Kınalıada arası yol alan
mavna, dalgalar sonucu yan yatar, iki
tane üzeri işlemelerle süslü mermer blok hariç caminin bütün parçaları bir daha
yer yüzüne çıkmamak üzere Marmara Denizi’nin dibine gömülür ve güzelim bir
sanat eseri böylelikle tarihe karışır. Bu talihsiz olay, hem Kınalıadalılar ,
hem de tarihine, geçmişine, sanat eserlerine değer veren tüm vatandaşlar için
çok büyük bir hayal kırıklığı olmuştur.
Aradan altı yıl geçer, 1964 yılına gelinir; Sonunda
Kınalıada, camisine kavuşacaktır. Karaköy Camii’ni adaya taşıyabilmek ne yazık
ki mümkün olmamıştır. Ancak, adaya yeni bir cami yapılacaktır. Mimarlar Başar
Acarlı ve Turhan Uyaroğlu’nun tasarladıkları cami, vapur iskelesinin hemen
güneyinde, adanın çarşısında inşa edilir. 54 yıldan beri Kınalıada’nın ilk ve
tek camisi olan bu yapının mimarisi oldukça sıra dışıdır.
Alışılanın aksine dikey değil, yatay bir mimarinin hüküm sürdüğü caminin, kubbe yerine, ışığı içeri geçiren, bir birinin üzerine binmiş iki parçadan oluşan bir çatısı,
şerefesi olmayan, üzerinde sadece hoparlörlerin yer aldığı sade ,yukarıya doğru çıktıkça daha da incelen, çok ince bir
minaresi bulunmaktadır. Camiyi çevreleyen camlar ise renklidir. Klasik cami
anlayışının tamamıyla dışında bir görünüme sahiptir.
Alışılanın aksine dikey değil, yatay bir mimarinin hüküm sürdüğü caminin, kubbe yerine, ışığı içeri geçiren, bir birinin üzerine binmiş iki parçadan oluşan bir çatısı,
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii olarak da bilinen
Karaköy Camii’nden geriye kalan tek parçalar olan, üzerleri işlemeli iki mermer
bloktan bir tanesi günümüzde, Kınalıada Camii’nin avlusunda, diğeri ise caminin
duvarında görülebilmektedir.
Peki ya Karaköy Camii’nin Kınalı’ya gönderilmeyen mihrap,
minber ve avizesine ne oldu? Ne, Mercan’daki Atik İbrahim Paşa Camii’ne monte
edileceği söylenen mihrap ve minber, ne de Teberrükat Memurluğu’na gönderildiği
söylenen avizeyi, 1958 yılından sonra bir daha hiç kimse görmedi. Özellikle,
değeri paha biçilmez olan Venedik’ten getirilmiş avizenin el altından, gizlice
satılmış olabileceği rivayeti ise hayli yaygın.